Yirmi, otuz yıl önce çoğu Ege deniz kenarı kasabaları gibi boydan boya genisçe bir sokagi olan bir yerdi. İçinde yıkık dökük eski bir kilise, incir ağaçlı bir iki taş ev ve dönercilerden başka yemek yenilecek de bir şey yoktu dışardan gelenler için. Denize girilecek küçük bir plajı, zenneli tekne gezileri, Dalyan’daki küçük balıkçı lokantaları ve Cumartesi günü Alaçatı pazarı vardı bir de. İzmir’e bağlanan seksen küsur kilometrelik yol deniz kenarına parallel gider, sıcakta bitmek bilmezdi. Sonra bir yıl otoban yapılınca hayat biraz kolaylaştı. Büyük şehire ulaşmak ve tatilin bitmesi 45 dakikaya indi. Yol boyunca orman kılıklı küçük çalı kümeleri, modern rüzgar değirmenleri, sol tarafınızda turkuaz adınının nerden geldiğine sahit yeşile çalan açık mavi deniz ile tatil tembelliğini, akşam sefalarını, sakız ağaçlarını geride bırakarak ‘Üç Kuyular’da gerçek hayatla karşı karşıya gelinmeye başlandı. Yolun öte tarafında Belediye otobüsleri ile 15 dakikada simidin, ay çekirdeğinin ve süt mısırın başka isimlerde anıldığı İzmir’in orta göbeği ‘Konak’a varmak kolay artık.
Konak,
bu taraflara misafirliğe gelmiş gezginler için eylenceli bir yer. Deniz her
zaman yanıbaşınızda, yaşamla iç içe. Bir bakıyorsunuz elinde uzun oltası ile
bir adam salına salına her gün oturduğu kayaya doğru yürüyor, delikanlılar bir yerde denize girmişler
saçları ıslak, kirpiklerinde tuz, kocaman kahkalarla evlerine gidiyorlar. Bir bakıyorsunuz karabatak kapkara kanatları
ile batıp çıkıyor gagasında bir balık, bir başka dalganın üstünde kocaman bir
pelikan. İki adım ötedeki Saat Kulesi yem bekleyen, guruplar halinde havalanıp,
bıdır bıdır yürüyen güvercinlerin istilasına uğramış. Kanat sesi, kuş yemi satıcıları,
küçük camekanlı arabalarda satılan altın renkli simit (aman simit demeyin
sakın, çok kızarlar - gevrek onun adı), masmavi buzlu slushy satıcılarının
keyifli haykırışları, yer tezgahlarında çiçekler, prenses taçları, Gucci
gözlükler, kenarları dantelli teyzanım yelpazeleri, terlikçiler, Milli Piyango
satıcıları sizi biraz sonraki curcunaya hazırlıyor sanki. Bu hengamenin
arasında kenardaki Tuğba Kuruyemişçisi’nden mesir döneri, kakule, zencefil, bir
tanesi ile karın doyacak kadar büyük hurma atıştırıp ikram ettikleri zarflı
fincan içinde çok lezzetli Türk kahvesi ile soluklanın biraz.
Sağdaki
sokaklardan birine girip biraz yürüyünce çok eski zamanlardan kalmış ‘Kemeraltı
Pazarı’nın içinde bulursunuz kendinizi. Sokağın iki tarafı dükkanlar ve küçük
pasajlarla dolu. Ne tarafa bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Yaşını başını almış
tombulca bir adam plastik tabanca ile havaya baloncuklar saçıyor gün boyu. Yanında
başka biri 5 gün kokusu gitmeyen parfüm sıkıyor gelene geçene. ‘Bizim
ayakkabılarımız size çok yakışır; almasanız da bir giyin bakın keyfiniz yerine
gelir’ diyor genç bir oğlan. Mağazaların kapıları yok, sokağa açık bütün
tezgahları ama kilimaları püfür püfür. Hava o kadar sıcak ki biraz serinlemek
için alış veriş etmek istiyor insan. Biraz ötede tertemiz camii’ye amcalar
ibadet için giriyor, duvarına kemerler, çoraplar dizilmiş, onun biraz ötesinde bu
yılın müziklerine tempo tutan aktarlar isimleri çok hoş tozlar, bitkiler
satıyor. Herşeyi anlatmaya pek
hevesliler; geçici dövme macunu nasıl yapılır, melisa ne işe yarar, hangi ceviz
daha tazedir, en güzel yasemin çayı hangisidir, bir muhabbet ki sormayın
gitsin. Eğer acıktıysanız Camii’den sola
dönünce aralara sıkışmış, iki, üç masalı küçük lokantalarda mütevazı nohutlu
pilav üstü türlü, cacık, üstüne de tavşan kanı çay dinlenmek için küçük bir
bahane. Bir iki sokak ilerde, köşede, istemediğiniz kadar mavi boncuk çeşitleri
satan bir dükkanda daha önce hiç yokluğunu hissetmediğiniz irili ufaklı nazar
boncuğu dizileri, buzdolabı süsleri, bardaklar, bardak altlarını yüklenip
çıkıyorsunuz. Boncukçu amca ‘Şundan alın, bundan birdaha yok, hediyelik için şu
uygun’ diye yol gösteriyor, küçük bir mavi boncuklu hediye bile veriyor. İzmir’in yabancısı olduğunuz bilip, ‘Ötede
Kızlar Ağası Hanı var oraya da gidin’ diyor.
‘Kızlar
Ağası Hanı’ bulunması kolay bir yerde yine de muzip İzmirliler bir duvar köşesine
kocaman nasıl gidileceğini yazmışlar, ama oraya gitmeden dar sokaklardan
plastik oyuncakçılar, süzme çay için demlikçiler, nişan, sünnet, kına gecesi
paketlerinin arasından takı malzemeleri sokağına mutlaka uğramak lazım. El
marifetiniz varsa boncuk, tel, kopça, bir kolye yapmak için ne varsa ordan alıp
kendiniz için yapabilir, küçük bir tezgah kurup takı tasarımcılığından zengin
olma hayali de kurabilirsiniz, bir sürü para vererek aldığınız kolyelerin ne
kadar ucuza yapılabildiğini görüp üzülebilirsiniz de. Ama ne olursa olsun, bir
torba akik, firuze, dumanlı kuartz, mor ebruli inci, ceviz büyüklüğünde
mercanları alıp çıkmış bulursunuz kendinizi.
Kızlar
Ağası Han serin bir loşluğun içinde, düzenlenmiş, yenilenmiş, tuvaletleri hiç
sıkıntılanmadan girilecek kadar temiz, bir o tarafa bir bu tarafa bakılacak, ‘Ay
ne güzel şeyler var burda alınacak’ diye salına salına yürünecek bir yer. Biraz
önce aldığınız incik boncuğunuzun takı haline getirilmiş şekillerini görmek
için de güzel bir yer. Ortada bir kahve molası da verin çünkü birazdan
‘karşıya’ geçmeniz lazım.
Aynı sokaklarlardan geriye Saat Kulesi’nin
biraz ötesine kadar yürüyün, ve iskeleden Karşıyaka feribotuna binin. Eğer
İstanbul’da feribota binmeye alışkınsanız size pek heyecan vermiyebilir bu. Ama
denize hasret Ankara’dan geliyorsanız Edip Cansever’in dediği gibi ‘Eni boyu
belirsiz ıslaklığın’ üstünde çay içip, martılara gevrek parçaları atarak, geminin
arkasında bıraktığı bembeyaz köpüklere dalarak, Karşıyaka’ya, 35 plakanın
buçuğuna ulaşırsınız. Karşıyaka ‘buçuk ‘ olmaktan çok gururlanır, genç
erkekleri delikanlıdır, kızları sülün kadar güzeldir. Sahilide çay bahçeleri
ile çevrilidir, ince belli bardaklarda mis gibi çaylarla, çiğdem çitleyerek,
karşı sahilde sele serpe uzanıvermiş İzmir’i seyrederek, çok eskiden beri bu
kentin ne kadar güzel, ne kadar beyaz ve o kadar mutlu olunabilecek bir yer
olduğunu konuşarak akşamı etmek, Çeşme’ye geri dönme yorgunluğuna değecektir.
Hem bir gün yetmez İzmir için. Daha Asansör’ü var. Kadifekalesi var. Bir kere
daha gitmek lazım. Mutlaka.