Thursday, June 6, 2013

bir iki gun Mumbai


Hava alanı şehrin kuzeyinde olduğu için, sol yanını ılık ve bulanık Arap denizine yaslamış Mumbai’yi boydan boya seyrederek  güneydeki otelinize  bir iki saatte  gidersiniz.  Eğer bu şehir Hindistan’da ki ilk durağınızsa sizi karşılayan kırık döküklük, tozlu caddeler, köpekler, sari giyen kadınlar, bellerine havlu gibi bir şey bağlamış erkekler,  mavi brandalı teneke mahalleler, Gandi şapkaları, tuktuklar, tapınaklar, arada büyük oteller, inekler , yoksulluk ve illa da  kalabalık olacaktır. Bu ilk izleniminizi unutmayın çünkü bir süre sonra o kadar kanıksayacaksınız ki neye  bu kadar şaştığınızı hatırlayamıyacaksınız.

Eski Bombay yeni Mumbai önemli bir ticari şehir olsa da uzun süre gezilmek için  seçilmiyor nedense.  Genellikle Taj Mahal turunu bitirip güneye inerken dinlenilen bir durak burası.   Hindistan her zaman sıcak, o yüzden iyi bir gezgin gibi sabah erkenden kalkın ve deniz kenarına Gate of India’yı görmeye gidin, sabahları hem daha serin, hem de daha az kalabalık olur. Gate of India, Nasreddin  Hoca’nın kapısı gibi hiç bir şeye açılmayan , hiç bir şeyi kapamayan deniz kenarında,  heyula gibi bir kapı.  Etrafında   Hint dondurması külfi de yiyebilirsiniz, 1 liraya fotografta çektirebilirsiniz.




 Bu kocaman yapının arkasından 45 dakika uzaklıktaki Elefanta Adasına yola çıkılır. Küçük feribotlar sakin denizde patır putur motor sesleri ile yol alırken, püfür püfür deniz havasında herkesin size baktığını sanıyorsanız haklısınız, küçük çocuklar karşınıza geçip ağızlarını açıp gözlerini dikerler, anneleri babaları sizle fotoğraf çektirmeye can atar.  Yolculuğun sonunda bütün teknedeki insanların telefonlarında  en az bir, iki fotoğrafınız  olur.

Bu adanın adı ‘Maymun Adası’ olmalı gerçekte. Fil, mil yok ortalıkta,  ama bir sürü yaramaz maymun var. Elinizden yemeğinizi çekecek kadar arsız  ve utanmaz bu maymunlara  aman dikkat, bizim sandığımız kadar sevimli değiller. Adaya vardığınız da küçük bir tren 5 dakikalık yolu 15 dakikada almanıza ve  bu işin anlamsızlığına kıkırdamanız için çok uygun.  Mağaralara 20 dakikalık iki tarafı   tişörtçüler, tanrı heykelleri, şeker, su, takılar, yarı değersiz taşlar satan bir  tezgah koridorundan  ahlıya, ıhlıya sıcaktan bunalarak  ulaşılır. Tembellik etmek istiyorsanız iki adamın omuzlarında  tahtırevan ile  Rajalar gibi de taşınabilirsiniz.   Mağaraların içindeki  kayalara oyulmuş büyük, zarif tanrı heykelleri ve  tanrı Shiva’nın  soyut sureti kara taşın eteği soluklanmak için güzel bir yer.

Tekne ile geri dönerken Bombay’nin en çok çekilen resimlerinden birini  unutmayın.  Arkada Taj Mahal Hotel ve Gate of India,  önde  demir atmış bir sürü tekne karesini yakalamak için   resim çeken Hintlilerle yarışmak zorunda kalırsınız. Fotoğrafınızın solundaki büyük beyaz bina Taj Mahal Hotel. O adını çok duyduğumuz Taj Mahal’le hiç alakası yok,  çok zengin bir Hintlilin  inat için yaptırdığı bir otel bu. İçini gezmek için günde iki defa tur düzenlenir, tabloların, halıların  öyküsünü, odaların özelliklerini   öğrenebilirsiniz. Birinci kattaki denize bakan restoranda  mutlaka saat 4.00 çay servisine katılın. Pencere önündeki masanızda  gelene geçene bakarak, sokakta satılan  yemeğe çekinebileceğiniz abur cubur, Mumbai usulü  taze kişnişli sandviçler, çok tatlı Hint lokmalarını afiyetle yiyin,  limonlu Süleymani  çayının  keyfini çıkarın.

Biraz ötede Colaba Causeway’de cadde boyunca tezgahlarda  şallar, yatak örtüleri,  şıpıdık terlikler, küçük heykeller, safran, çantalar, kına, daha aklınıza ne geliyorsa satın alabilirsiniz. Alabildiğince pazarlık yapmanız gerekiyor, ama zaten ucuz olan(5Tl) tişörtleri 1 Liraya alınca çok sevinmeyin, bir ötedeki tezgah 50 kuruşa satıyor.
Caddenin ortasında sağ tarafta  her Hindistan düşkünü okurun mutlaka okuduğu, feyz aldığı  Shantaram kitabında adı geçen Leopold Café  eski ihtişamıyla değilse bile kalabalık bir uğrak merkezi olarak duruyor. ‘Bombay’ın en güzel mozaikli Cafési’ diye geçer kitapta, artık mozaik falan yok, duvarlarında terör saldırısından kalan kurşun delikleri, ayaklarını sürüyerek dolaşan kırmızı tişörtlü garsonlar, sizin gibi bir sürü turist, kitabı yansıtmayan bir hal ve gidiş  hayal kırıklığına uğratabilir.  Yemekleri iyi ve temizdir, üzerinde Leopold Café yazan çay bardağı bile alabilirsiniz, akşam üstü bira içmek için hoş bir yerdir, şansınız yaver giderse kitabın yazarını bile görebilirsiniz. Güleç yüzlü sevimli bir adam, o kadar alışmış ki ‘kitabınızı çok beğendim’, ‘hayatımı değiştirdi’ sözlerine, kibar kibar teşekkür ediyor sadece.

Yolun sonunda  bütün ihtişamı ile  bu kalabalığın, gürültünün, alış verişin ve inadına sıcağın ortasında meditasyon yapan  bir Budist edası ile  oturan ana tren garı Chhatrapati Shivaji (kısa adıyla VT) tam karşınıza çıkar.  Eğer akşamüstü ordaysanız gökyüzünü  kavunici pembe ve ebruliye boyayarak batan güneşi arkasına almış,  Londra’daki St Pancras  istasyonuna benzer bu yapıya biraz zaman ayırın.   İnsanlar vızır vızır işlerinde güçlerinde, eve ulaşmaya çalışırken, siz orada  binanın gotik detaylarına, heykellere   baka kalın.  Hafta arası  rehber ile  küçük müzeyi, binayi gezebilir ve en üst katttaki  kafede ücretsiz çay ve Parle bisküvisini,  aşağıda bilet kuyruğundaki insanlara, sarilerine, en renkli Rajistan türbanlarına, türbanların muhteşem bıyıklarına  bakarak rahat rahat kemirebilirsiniz. Eğer kendinizi kalabalık hayatın içine girecek kadar cesur hissediyorsanız, bilet alın ve   tren ile Mahalaxmi   durağında Dobhi Ghat açık hava çamaşırhanesini görmeye gidin.


Trende hanımların yeri ayrı.  Beylerin bölümü daha sıkışık, kapılar hiç kapanmadığı için insanlar salkım salkım birbirlerine tutunarak seyahat ediyorlar, ara sıra kötü kazalar oluyorsa da bu burada yaşamanın tuzu, kırmızı biberi nerdeyse.  İstasyona yaklaşırken asılı çamaşırları görebilirsiniz, çoğu otellerin havluları, hastanelerin yeşil ameliyat  gömlekleri  burda yıkanıyor, ortalık yeni yıkanmış çamaşır kokuyor,  yukarıdan, köprüden bakmanız da mümkün, aşağıya çamaşır yıkayan adamların arasına inmeniz de. Büyük taş havuzlarda makinasız, elleri ayakları yıkıyorlar, aynı suyla yıkanan çocuklar gözlerine sabun kaçtığı için ağlıyor, bir köşede yemek pişiriliyor, insanlar bakılmaya ve fotoğraf çekilmeye o kadar alışmışlar ki sizi hiç umursamıyorlar, yıkadıkları  mor pantolonları,  kar beyazı çarşafları ,  kırmızı havluları asmaya devam ediyorlar. Sol tarafta tren çığlıklar atarak geçer.  Trafiğin uğultusu, uzaklarda yüksek binalar ve yanınızda  tavus kuşu kuyruğundan yelpaze satmaya çalışan küçük çocuk ,  ‘çok güzel, çok güzel’ diye size uzatılan baskı kına tahtaları,  uyduruk kolyeler başınızı döndürür.

Biraz daha ötede Asya’nın en büyük gecekondusu  Dharavi yer alır.
Hava alanından gelirken  mavi brandalı bölgeler görmüşsünüzdür, Mumbai’de gecekondu heryerde.  Yoksulluk görmek için özellikle Dharavi’ye gitmenize gerek yok, en büyük otellerden birinin terasindaki Aer Bar’a giderseniz de  aşağıdaki  çürük diş gibi  yoksulluk mahallesini  görebilirsiniz; Mumbai’nin güneyi kuzeye bağlayan tek köprüsü Sea Link’i geçerken de. Ama eğer gitmek isterseniz 150 kişiye düşen bir tuvalete, derme çatma ondulinden yapılmış teneke evlerdeki televizyon antenlerine,  tamircilere,  kot pantolon atölyelerine bakabilirsiniz. Evlerin aralarında fotoğraf çekmenize izin vermezler, kanalizyon ve  akar su olmadığı için eğer çok sıcak bir zamanda giderseniz  çürümüş su, ağır çöp, pislik ve durgun deniz artığı kokuları zaten fotoğraf çekmek arzunuzu  yokeder.

Bırakın yoksulluğu; kalkın, ertesi sabah Dadar çiçek pazarına gidin.  Alacakaranlığın serinliğinde her tapınakta gördüğünüz  kavuniçi
 kasımpatılar,  açılmamış muz çiçekleri, lotus goncaları, leylaklar, iplere dizilmiş yaseminler çuvallarla alıcı bekler.   Pazar  ağır, tatlı,hic bilmediginiz kokularla dolu bir sis bulutu altındadır. Size bir tane beyaz frangipani verirler saçınıza takın diye,  bütün gün sizinle birlikte dolaşır bu narin çiçeğin rahiası.   Çoğu çiçekler tapınaklara yollanır, günün geri kalanını  tapınaklarda  yalınayak dolaşarak, verilen sevap helvalarından tadarak geçirebilirsiniz, akşam yorgun argın otele döndüğünüzde  kalabalığın artık sizi bunaltmadığını farkedersiniz, ‘buraya iyi ki gelmişim!’ dersiniz çiçek hala saçınızda.