Monday, August 5, 2013

Cesme'den Izmir


Yirmi, otuz yıl önce çoğu Ege deniz kenarı kasabaları gibi boydan boya genisçe bir sokagi olan bir yerdi. İçinde yıkık dökük eski bir kilise, incir ağaçlı bir iki taş ev ve dönercilerden başka yemek yenilecek de bir şey yoktu dışardan gelenler için. Denize girilecek küçük bir plajı, zenneli tekne gezileri, Dalyan’daki küçük balıkçı lokantaları ve Cumartesi günü Alaçatı pazarı vardı bir de. İzmir’e bağlanan seksen küsur kilometrelik yol deniz kenarına parallel gider, sıcakta bitmek bilmezdi. Sonra bir yıl otoban yapılınca hayat biraz kolaylaştı. Büyük şehire ulaşmak ve tatilin bitmesi 45 dakikaya indi.  Yol boyunca orman kılıklı küçük çalı kümeleri, modern rüzgar değirmenleri, sol tarafınızda turkuaz adınının nerden geldiğine sahit yeşile çalan açık mavi deniz ile tatil tembelliğini, akşam sefalarını, sakız ağaçlarını geride bırakarak ‘Üç Kuyular’da gerçek hayatla karşı karşıya gelinmeye başlandı. Yolun öte tarafında Belediye otobüsleri ile 15 dakikada simidin, ay çekirdeğinin ve süt mısırın başka isimlerde anıldığı İzmir’in orta göbeği ‘Konak’a varmak kolay artık.
Konak, bu taraflara misafirliğe gelmiş gezginler için eylenceli bir yer. Deniz her zaman yanıbaşınızda, yaşamla iç içe. Bir bakıyorsunuz elinde uzun oltası ile bir adam salına salına her gün oturduğu kayaya doğru yürüyor,  delikanlılar bir yerde denize girmişler saçları ıslak, kirpiklerinde tuz, kocaman kahkalarla evlerine gidiyorlar.  Bir bakıyorsunuz karabatak kapkara kanatları ile batıp çıkıyor gagasında bir balık, bir başka dalganın üstünde kocaman bir pelikan. İki adım ötedeki Saat Kulesi yem bekleyen, guruplar halinde havalanıp, bıdır bıdır yürüyen güvercinlerin istilasına uğramış. Kanat sesi, kuş yemi satıcıları, küçük camekanlı arabalarda satılan altın renkli simit (aman simit demeyin sakın, çok kızarlar - gevrek onun adı), masmavi buzlu slushy satıcılarının keyifli haykırışları, yer tezgahlarında çiçekler, prenses taçları, Gucci gözlükler, kenarları dantelli teyzanım yelpazeleri, terlikçiler, Milli Piyango satıcıları sizi biraz sonraki curcunaya hazırlıyor sanki. Bu hengamenin arasında kenardaki Tuğba Kuruyemişçisi’nden mesir döneri, kakule, zencefil, bir tanesi ile karın doyacak kadar büyük hurma atıştırıp ikram ettikleri zarflı fincan içinde çok lezzetli Türk kahvesi ile soluklanın biraz.
Sağdaki sokaklardan birine girip biraz yürüyünce çok eski zamanlardan kalmış ‘Kemeraltı Pazarı’nın içinde bulursunuz kendinizi. Sokağın iki tarafı dükkanlar ve küçük pasajlarla dolu. Ne tarafa bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Yaşını başını almış tombulca bir adam plastik tabanca ile havaya baloncuklar saçıyor gün boyu. Yanında başka biri 5 gün kokusu gitmeyen parfüm sıkıyor gelene geçene. ‘Bizim ayakkabılarımız size çok yakışır; almasanız da bir giyin bakın keyfiniz yerine gelir’ diyor genç bir oğlan. Mağazaların kapıları yok, sokağa açık bütün tezgahları ama kilimaları püfür püfür. Hava o kadar sıcak ki biraz serinlemek için alış veriş etmek istiyor insan. Biraz ötede tertemiz camii’ye amcalar ibadet için giriyor, duvarına kemerler, çoraplar dizilmiş, onun biraz ötesinde bu yılın müziklerine tempo tutan aktarlar isimleri çok hoş tozlar, bitkiler satıyor.  Herşeyi anlatmaya pek hevesliler; geçici dövme macunu nasıl yapılır, melisa ne işe yarar, hangi ceviz daha tazedir, en güzel yasemin çayı hangisidir, bir muhabbet ki sormayın gitsin.  Eğer acıktıysanız Camii’den sola dönünce aralara sıkışmış, iki, üç masalı küçük lokantalarda mütevazı nohutlu pilav üstü türlü, cacık, üstüne de tavşan kanı çay dinlenmek için küçük bir bahane. Bir iki sokak ilerde, köşede, istemediğiniz kadar mavi boncuk çeşitleri satan bir dükkanda daha önce hiç yokluğunu hissetmediğiniz irili ufaklı nazar boncuğu dizileri, buzdolabı süsleri, bardaklar, bardak altlarını yüklenip çıkıyorsunuz. Boncukçu amca ‘Şundan alın, bundan birdaha yok, hediyelik için şu uygun’ diye yol gösteriyor, küçük bir mavi boncuklu hediye bile veriyor.  İzmir’in yabancısı olduğunuz bilip, ‘Ötede Kızlar Ağası Hanı var oraya da gidin’ diyor.
‘Kızlar Ağası Hanı’ bulunması kolay bir yerde yine de muzip İzmirliler bir duvar köşesine kocaman nasıl gidileceğini yazmışlar, ama oraya gitmeden dar sokaklardan plastik oyuncakçılar, süzme çay için demlikçiler, nişan, sünnet, kına gecesi paketlerinin arasından takı malzemeleri sokağına mutlaka uğramak lazım. El marifetiniz varsa boncuk, tel, kopça, bir kolye yapmak için ne varsa ordan alıp kendiniz için yapabilir, küçük bir tezgah kurup takı tasarımcılığından zengin olma hayali de kurabilirsiniz, bir sürü para vererek aldığınız kolyelerin ne kadar ucuza yapılabildiğini görüp üzülebilirsiniz de. Ama ne olursa olsun, bir torba akik, firuze, dumanlı kuartz, mor ebruli inci, ceviz büyüklüğünde mercanları alıp çıkmış bulursunuz kendinizi.
Kızlar Ağası Han serin bir loşluğun içinde, düzenlenmiş, yenilenmiş, tuvaletleri hiç sıkıntılanmadan girilecek kadar temiz, bir o tarafa bir bu tarafa bakılacak, ‘Ay ne güzel şeyler var burda alınacak’ diye salına salına yürünecek bir yer. Biraz önce aldığınız incik boncuğunuzun takı haline getirilmiş şekillerini görmek için de güzel bir yer. Ortada bir kahve molası da verin çünkü birazdan ‘karşıya’ geçmeniz lazım.
 Aynı sokaklarlardan geriye Saat Kulesi’nin biraz ötesine kadar yürüyün, ve iskeleden Karşıyaka feribotuna binin. Eğer İstanbul’da feribota binmeye alışkınsanız size pek heyecan vermiyebilir bu. Ama denize hasret Ankara’dan geliyorsanız Edip Cansever’in dediği gibi ‘Eni boyu belirsiz ıslaklığın’ üstünde çay içip, martılara gevrek parçaları atarak, geminin arkasında bıraktığı bembeyaz köpüklere dalarak, Karşıyaka’ya, 35 plakanın buçuğuna ulaşırsınız. Karşıyaka ‘buçuk ‘ olmaktan çok gururlanır, genç erkekleri delikanlıdır, kızları sülün kadar güzeldir. Sahilide çay bahçeleri ile çevrilidir, ince belli bardaklarda mis gibi çaylarla, çiğdem çitleyerek, karşı sahilde sele serpe uzanıvermiş İzmir’i seyrederek, çok eskiden beri bu kentin ne kadar güzel, ne kadar beyaz ve o kadar mutlu olunabilecek bir yer olduğunu konuşarak akşamı etmek, Çeşme’ye geri dönme yorgunluğuna değecektir. Hem bir gün yetmez İzmir için. Daha Asansör’ü var. Kadifekalesi var. Bir kere daha gitmek lazım. Mutlaka.