Monday, August 5, 2013

Cesme'den Izmir


Yirmi, otuz yıl önce çoğu Ege deniz kenarı kasabaları gibi boydan boya genisçe bir sokagi olan bir yerdi. İçinde yıkık dökük eski bir kilise, incir ağaçlı bir iki taş ev ve dönercilerden başka yemek yenilecek de bir şey yoktu dışardan gelenler için. Denize girilecek küçük bir plajı, zenneli tekne gezileri, Dalyan’daki küçük balıkçı lokantaları ve Cumartesi günü Alaçatı pazarı vardı bir de. İzmir’e bağlanan seksen küsur kilometrelik yol deniz kenarına parallel gider, sıcakta bitmek bilmezdi. Sonra bir yıl otoban yapılınca hayat biraz kolaylaştı. Büyük şehire ulaşmak ve tatilin bitmesi 45 dakikaya indi.  Yol boyunca orman kılıklı küçük çalı kümeleri, modern rüzgar değirmenleri, sol tarafınızda turkuaz adınının nerden geldiğine sahit yeşile çalan açık mavi deniz ile tatil tembelliğini, akşam sefalarını, sakız ağaçlarını geride bırakarak ‘Üç Kuyular’da gerçek hayatla karşı karşıya gelinmeye başlandı. Yolun öte tarafında Belediye otobüsleri ile 15 dakikada simidin, ay çekirdeğinin ve süt mısırın başka isimlerde anıldığı İzmir’in orta göbeği ‘Konak’a varmak kolay artık.
Konak, bu taraflara misafirliğe gelmiş gezginler için eylenceli bir yer. Deniz her zaman yanıbaşınızda, yaşamla iç içe. Bir bakıyorsunuz elinde uzun oltası ile bir adam salına salına her gün oturduğu kayaya doğru yürüyor,  delikanlılar bir yerde denize girmişler saçları ıslak, kirpiklerinde tuz, kocaman kahkalarla evlerine gidiyorlar.  Bir bakıyorsunuz karabatak kapkara kanatları ile batıp çıkıyor gagasında bir balık, bir başka dalganın üstünde kocaman bir pelikan. İki adım ötedeki Saat Kulesi yem bekleyen, guruplar halinde havalanıp, bıdır bıdır yürüyen güvercinlerin istilasına uğramış. Kanat sesi, kuş yemi satıcıları, küçük camekanlı arabalarda satılan altın renkli simit (aman simit demeyin sakın, çok kızarlar - gevrek onun adı), masmavi buzlu slushy satıcılarının keyifli haykırışları, yer tezgahlarında çiçekler, prenses taçları, Gucci gözlükler, kenarları dantelli teyzanım yelpazeleri, terlikçiler, Milli Piyango satıcıları sizi biraz sonraki curcunaya hazırlıyor sanki. Bu hengamenin arasında kenardaki Tuğba Kuruyemişçisi’nden mesir döneri, kakule, zencefil, bir tanesi ile karın doyacak kadar büyük hurma atıştırıp ikram ettikleri zarflı fincan içinde çok lezzetli Türk kahvesi ile soluklanın biraz.
Sağdaki sokaklardan birine girip biraz yürüyünce çok eski zamanlardan kalmış ‘Kemeraltı Pazarı’nın içinde bulursunuz kendinizi. Sokağın iki tarafı dükkanlar ve küçük pasajlarla dolu. Ne tarafa bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Yaşını başını almış tombulca bir adam plastik tabanca ile havaya baloncuklar saçıyor gün boyu. Yanında başka biri 5 gün kokusu gitmeyen parfüm sıkıyor gelene geçene. ‘Bizim ayakkabılarımız size çok yakışır; almasanız da bir giyin bakın keyfiniz yerine gelir’ diyor genç bir oğlan. Mağazaların kapıları yok, sokağa açık bütün tezgahları ama kilimaları püfür püfür. Hava o kadar sıcak ki biraz serinlemek için alış veriş etmek istiyor insan. Biraz ötede tertemiz camii’ye amcalar ibadet için giriyor, duvarına kemerler, çoraplar dizilmiş, onun biraz ötesinde bu yılın müziklerine tempo tutan aktarlar isimleri çok hoş tozlar, bitkiler satıyor.  Herşeyi anlatmaya pek hevesliler; geçici dövme macunu nasıl yapılır, melisa ne işe yarar, hangi ceviz daha tazedir, en güzel yasemin çayı hangisidir, bir muhabbet ki sormayın gitsin.  Eğer acıktıysanız Camii’den sola dönünce aralara sıkışmış, iki, üç masalı küçük lokantalarda mütevazı nohutlu pilav üstü türlü, cacık, üstüne de tavşan kanı çay dinlenmek için küçük bir bahane. Bir iki sokak ilerde, köşede, istemediğiniz kadar mavi boncuk çeşitleri satan bir dükkanda daha önce hiç yokluğunu hissetmediğiniz irili ufaklı nazar boncuğu dizileri, buzdolabı süsleri, bardaklar, bardak altlarını yüklenip çıkıyorsunuz. Boncukçu amca ‘Şundan alın, bundan birdaha yok, hediyelik için şu uygun’ diye yol gösteriyor, küçük bir mavi boncuklu hediye bile veriyor.  İzmir’in yabancısı olduğunuz bilip, ‘Ötede Kızlar Ağası Hanı var oraya da gidin’ diyor.
‘Kızlar Ağası Hanı’ bulunması kolay bir yerde yine de muzip İzmirliler bir duvar köşesine kocaman nasıl gidileceğini yazmışlar, ama oraya gitmeden dar sokaklardan plastik oyuncakçılar, süzme çay için demlikçiler, nişan, sünnet, kına gecesi paketlerinin arasından takı malzemeleri sokağına mutlaka uğramak lazım. El marifetiniz varsa boncuk, tel, kopça, bir kolye yapmak için ne varsa ordan alıp kendiniz için yapabilir, küçük bir tezgah kurup takı tasarımcılığından zengin olma hayali de kurabilirsiniz, bir sürü para vererek aldığınız kolyelerin ne kadar ucuza yapılabildiğini görüp üzülebilirsiniz de. Ama ne olursa olsun, bir torba akik, firuze, dumanlı kuartz, mor ebruli inci, ceviz büyüklüğünde mercanları alıp çıkmış bulursunuz kendinizi.
Kızlar Ağası Han serin bir loşluğun içinde, düzenlenmiş, yenilenmiş, tuvaletleri hiç sıkıntılanmadan girilecek kadar temiz, bir o tarafa bir bu tarafa bakılacak, ‘Ay ne güzel şeyler var burda alınacak’ diye salına salına yürünecek bir yer. Biraz önce aldığınız incik boncuğunuzun takı haline getirilmiş şekillerini görmek için de güzel bir yer. Ortada bir kahve molası da verin çünkü birazdan ‘karşıya’ geçmeniz lazım.
 Aynı sokaklarlardan geriye Saat Kulesi’nin biraz ötesine kadar yürüyün, ve iskeleden Karşıyaka feribotuna binin. Eğer İstanbul’da feribota binmeye alışkınsanız size pek heyecan vermiyebilir bu. Ama denize hasret Ankara’dan geliyorsanız Edip Cansever’in dediği gibi ‘Eni boyu belirsiz ıslaklığın’ üstünde çay içip, martılara gevrek parçaları atarak, geminin arkasında bıraktığı bembeyaz köpüklere dalarak, Karşıyaka’ya, 35 plakanın buçuğuna ulaşırsınız. Karşıyaka ‘buçuk ‘ olmaktan çok gururlanır, genç erkekleri delikanlıdır, kızları sülün kadar güzeldir. Sahilide çay bahçeleri ile çevrilidir, ince belli bardaklarda mis gibi çaylarla, çiğdem çitleyerek, karşı sahilde sele serpe uzanıvermiş İzmir’i seyrederek, çok eskiden beri bu kentin ne kadar güzel, ne kadar beyaz ve o kadar mutlu olunabilecek bir yer olduğunu konuşarak akşamı etmek, Çeşme’ye geri dönme yorgunluğuna değecektir. Hem bir gün yetmez İzmir için. Daha Asansör’ü var. Kadifekalesi var. Bir kere daha gitmek lazım. Mutlaka.

Thursday, June 6, 2013

bir iki gun Mumbai


Hava alanı şehrin kuzeyinde olduğu için, sol yanını ılık ve bulanık Arap denizine yaslamış Mumbai’yi boydan boya seyrederek  güneydeki otelinize  bir iki saatte  gidersiniz.  Eğer bu şehir Hindistan’da ki ilk durağınızsa sizi karşılayan kırık döküklük, tozlu caddeler, köpekler, sari giyen kadınlar, bellerine havlu gibi bir şey bağlamış erkekler,  mavi brandalı teneke mahalleler, Gandi şapkaları, tuktuklar, tapınaklar, arada büyük oteller, inekler , yoksulluk ve illa da  kalabalık olacaktır. Bu ilk izleniminizi unutmayın çünkü bir süre sonra o kadar kanıksayacaksınız ki neye  bu kadar şaştığınızı hatırlayamıyacaksınız.

Eski Bombay yeni Mumbai önemli bir ticari şehir olsa da uzun süre gezilmek için  seçilmiyor nedense.  Genellikle Taj Mahal turunu bitirip güneye inerken dinlenilen bir durak burası.   Hindistan her zaman sıcak, o yüzden iyi bir gezgin gibi sabah erkenden kalkın ve deniz kenarına Gate of India’yı görmeye gidin, sabahları hem daha serin, hem de daha az kalabalık olur. Gate of India, Nasreddin  Hoca’nın kapısı gibi hiç bir şeye açılmayan , hiç bir şeyi kapamayan deniz kenarında,  heyula gibi bir kapı.  Etrafında   Hint dondurması külfi de yiyebilirsiniz, 1 liraya fotografta çektirebilirsiniz.




 Bu kocaman yapının arkasından 45 dakika uzaklıktaki Elefanta Adasına yola çıkılır. Küçük feribotlar sakin denizde patır putur motor sesleri ile yol alırken, püfür püfür deniz havasında herkesin size baktığını sanıyorsanız haklısınız, küçük çocuklar karşınıza geçip ağızlarını açıp gözlerini dikerler, anneleri babaları sizle fotoğraf çektirmeye can atar.  Yolculuğun sonunda bütün teknedeki insanların telefonlarında  en az bir, iki fotoğrafınız  olur.

Bu adanın adı ‘Maymun Adası’ olmalı gerçekte. Fil, mil yok ortalıkta,  ama bir sürü yaramaz maymun var. Elinizden yemeğinizi çekecek kadar arsız  ve utanmaz bu maymunlara  aman dikkat, bizim sandığımız kadar sevimli değiller. Adaya vardığınız da küçük bir tren 5 dakikalık yolu 15 dakikada almanıza ve  bu işin anlamsızlığına kıkırdamanız için çok uygun.  Mağaralara 20 dakikalık iki tarafı   tişörtçüler, tanrı heykelleri, şeker, su, takılar, yarı değersiz taşlar satan bir  tezgah koridorundan  ahlıya, ıhlıya sıcaktan bunalarak  ulaşılır. Tembellik etmek istiyorsanız iki adamın omuzlarında  tahtırevan ile  Rajalar gibi de taşınabilirsiniz.   Mağaraların içindeki  kayalara oyulmuş büyük, zarif tanrı heykelleri ve  tanrı Shiva’nın  soyut sureti kara taşın eteği soluklanmak için güzel bir yer.

Tekne ile geri dönerken Bombay’nin en çok çekilen resimlerinden birini  unutmayın.  Arkada Taj Mahal Hotel ve Gate of India,  önde  demir atmış bir sürü tekne karesini yakalamak için   resim çeken Hintlilerle yarışmak zorunda kalırsınız. Fotoğrafınızın solundaki büyük beyaz bina Taj Mahal Hotel. O adını çok duyduğumuz Taj Mahal’le hiç alakası yok,  çok zengin bir Hintlilin  inat için yaptırdığı bir otel bu. İçini gezmek için günde iki defa tur düzenlenir, tabloların, halıların  öyküsünü, odaların özelliklerini   öğrenebilirsiniz. Birinci kattaki denize bakan restoranda  mutlaka saat 4.00 çay servisine katılın. Pencere önündeki masanızda  gelene geçene bakarak, sokakta satılan  yemeğe çekinebileceğiniz abur cubur, Mumbai usulü  taze kişnişli sandviçler, çok tatlı Hint lokmalarını afiyetle yiyin,  limonlu Süleymani  çayının  keyfini çıkarın.

Biraz ötede Colaba Causeway’de cadde boyunca tezgahlarda  şallar, yatak örtüleri,  şıpıdık terlikler, küçük heykeller, safran, çantalar, kına, daha aklınıza ne geliyorsa satın alabilirsiniz. Alabildiğince pazarlık yapmanız gerekiyor, ama zaten ucuz olan(5Tl) tişörtleri 1 Liraya alınca çok sevinmeyin, bir ötedeki tezgah 50 kuruşa satıyor.
Caddenin ortasında sağ tarafta  her Hindistan düşkünü okurun mutlaka okuduğu, feyz aldığı  Shantaram kitabında adı geçen Leopold Café  eski ihtişamıyla değilse bile kalabalık bir uğrak merkezi olarak duruyor. ‘Bombay’ın en güzel mozaikli Cafési’ diye geçer kitapta, artık mozaik falan yok, duvarlarında terör saldırısından kalan kurşun delikleri, ayaklarını sürüyerek dolaşan kırmızı tişörtlü garsonlar, sizin gibi bir sürü turist, kitabı yansıtmayan bir hal ve gidiş  hayal kırıklığına uğratabilir.  Yemekleri iyi ve temizdir, üzerinde Leopold Café yazan çay bardağı bile alabilirsiniz, akşam üstü bira içmek için hoş bir yerdir, şansınız yaver giderse kitabın yazarını bile görebilirsiniz. Güleç yüzlü sevimli bir adam, o kadar alışmış ki ‘kitabınızı çok beğendim’, ‘hayatımı değiştirdi’ sözlerine, kibar kibar teşekkür ediyor sadece.

Yolun sonunda  bütün ihtişamı ile  bu kalabalığın, gürültünün, alış verişin ve inadına sıcağın ortasında meditasyon yapan  bir Budist edası ile  oturan ana tren garı Chhatrapati Shivaji (kısa adıyla VT) tam karşınıza çıkar.  Eğer akşamüstü ordaysanız gökyüzünü  kavunici pembe ve ebruliye boyayarak batan güneşi arkasına almış,  Londra’daki St Pancras  istasyonuna benzer bu yapıya biraz zaman ayırın.   İnsanlar vızır vızır işlerinde güçlerinde, eve ulaşmaya çalışırken, siz orada  binanın gotik detaylarına, heykellere   baka kalın.  Hafta arası  rehber ile  küçük müzeyi, binayi gezebilir ve en üst katttaki  kafede ücretsiz çay ve Parle bisküvisini,  aşağıda bilet kuyruğundaki insanlara, sarilerine, en renkli Rajistan türbanlarına, türbanların muhteşem bıyıklarına  bakarak rahat rahat kemirebilirsiniz. Eğer kendinizi kalabalık hayatın içine girecek kadar cesur hissediyorsanız, bilet alın ve   tren ile Mahalaxmi   durağında Dobhi Ghat açık hava çamaşırhanesini görmeye gidin.


Trende hanımların yeri ayrı.  Beylerin bölümü daha sıkışık, kapılar hiç kapanmadığı için insanlar salkım salkım birbirlerine tutunarak seyahat ediyorlar, ara sıra kötü kazalar oluyorsa da bu burada yaşamanın tuzu, kırmızı biberi nerdeyse.  İstasyona yaklaşırken asılı çamaşırları görebilirsiniz, çoğu otellerin havluları, hastanelerin yeşil ameliyat  gömlekleri  burda yıkanıyor, ortalık yeni yıkanmış çamaşır kokuyor,  yukarıdan, köprüden bakmanız da mümkün, aşağıya çamaşır yıkayan adamların arasına inmeniz de. Büyük taş havuzlarda makinasız, elleri ayakları yıkıyorlar, aynı suyla yıkanan çocuklar gözlerine sabun kaçtığı için ağlıyor, bir köşede yemek pişiriliyor, insanlar bakılmaya ve fotoğraf çekilmeye o kadar alışmışlar ki sizi hiç umursamıyorlar, yıkadıkları  mor pantolonları,  kar beyazı çarşafları ,  kırmızı havluları asmaya devam ediyorlar. Sol tarafta tren çığlıklar atarak geçer.  Trafiğin uğultusu, uzaklarda yüksek binalar ve yanınızda  tavus kuşu kuyruğundan yelpaze satmaya çalışan küçük çocuk ,  ‘çok güzel, çok güzel’ diye size uzatılan baskı kına tahtaları,  uyduruk kolyeler başınızı döndürür.

Biraz daha ötede Asya’nın en büyük gecekondusu  Dharavi yer alır.
Hava alanından gelirken  mavi brandalı bölgeler görmüşsünüzdür, Mumbai’de gecekondu heryerde.  Yoksulluk görmek için özellikle Dharavi’ye gitmenize gerek yok, en büyük otellerden birinin terasindaki Aer Bar’a giderseniz de  aşağıdaki  çürük diş gibi  yoksulluk mahallesini  görebilirsiniz; Mumbai’nin güneyi kuzeye bağlayan tek köprüsü Sea Link’i geçerken de. Ama eğer gitmek isterseniz 150 kişiye düşen bir tuvalete, derme çatma ondulinden yapılmış teneke evlerdeki televizyon antenlerine,  tamircilere,  kot pantolon atölyelerine bakabilirsiniz. Evlerin aralarında fotoğraf çekmenize izin vermezler, kanalizyon ve  akar su olmadığı için eğer çok sıcak bir zamanda giderseniz  çürümüş su, ağır çöp, pislik ve durgun deniz artığı kokuları zaten fotoğraf çekmek arzunuzu  yokeder.

Bırakın yoksulluğu; kalkın, ertesi sabah Dadar çiçek pazarına gidin.  Alacakaranlığın serinliğinde her tapınakta gördüğünüz  kavuniçi
 kasımpatılar,  açılmamış muz çiçekleri, lotus goncaları, leylaklar, iplere dizilmiş yaseminler çuvallarla alıcı bekler.   Pazar  ağır, tatlı,hic bilmediginiz kokularla dolu bir sis bulutu altındadır. Size bir tane beyaz frangipani verirler saçınıza takın diye,  bütün gün sizinle birlikte dolaşır bu narin çiçeğin rahiası.   Çoğu çiçekler tapınaklara yollanır, günün geri kalanını  tapınaklarda  yalınayak dolaşarak, verilen sevap helvalarından tadarak geçirebilirsiniz, akşam yorgun argın otele döndüğünüzde  kalabalığın artık sizi bunaltmadığını farkedersiniz, ‘buraya iyi ki gelmişim!’ dersiniz çiçek hala saçınızda.

Thursday, May 30, 2013

Chennai, Pondicherry


Tapınaklar şehri Chennai bir tarafını Bengal körfezine vermiş, sakin denizin serin meltemi ile kumları savrularak  güneşleniyor.  Tanrıların en yavuzu, erkek güzeli Krishna ve  en iyi arkadaşı Arjuna’nın maceraları her an karşınıza çıkıyor burda. 
Hint efsanesi Bagwad Gita'da anlatılan her öykü  şehrin tapınaklarına yansımış.  En büyük tapınak eski şehrin göbeğinde Parthasarathy   yüksek kuleleri ile çok uzaklardan bile gözünüze çarpıyor. Hani 'Hindistan’a gidilince mutlaka Taj Mahal görülmeli' derler ya, bu tapınak da Güney Doğu da görülmesi gerekenlerden biri. Kulelerin her biri tanrıların savaşları,  maceraları, aşk hikayeleri ile dolu. Her biri mermerden değil, taştan oyulmuş, ve renkahenk boyanmış. Mutlaka rehberle gezmeniz gerekiyor. Eğer rehbersiz dolaşırsanız,  Efes harabelerini  yarım saatte dolaşmış gibi olursunuz, size pek bir şey ifade etmez. Ama tapınak istemiyorsanız Chennai alış veriş için kısa bir durak olarak da işinizi görür. Palmiye yapraği üstüne cizilmis hikaye panolari,  ipek şallar, deve derisinden şıpıdık terlikler üçer beşer alınmalıHindistan’ın başka şehirlerinde olduğu gibi alabildiğine pazarlık etmeniz gerekmiyor burda. üstelik  Chennai et yemez Hindistan’da iyi bir fırsat. Restoranlarda buralarda Müslümanlar tarafından sıkça kullanılan keçi eti de bulmak mümkün, dana eti de. Madras körisi ile pişmiş yemeklerin en lezzetli örneklerinden tıka basa yiyebilirsiniz, aman dikkat, acısı boldur, cacığa benzeyen, yemek arasında ağzını ferahlatmak için kaşıklıyacağınız  'raita'larda bile  kızarmış bir adet kırmızı biber bir uyarı gibi size bakar.  Yemeğin yanında mangolu ayran biraz kendinize getirir sizi.  Sabahları mutlaka Hint krepi Dosa yiyin. Bu incecik krep sade de yenebilir, yanında kırmızı sos 'sambar' ve hindistan cevizi ezmesi ile de.  Zencefilli  hint çayıni unutmayin. Chennai’ye iki saat uzaklıktaki Pondicherry'e,  şu son zamanlarda çok beğenilen 'Pi'nin Hayatı'  filminin geçtiği  kasabaya kadar bu kahvaltı ağzınızın tadını korur.

 Yol boyunca irili ufaklı tapınaklar o kadar çok ki  ‘Aa! burda da bir tane daha var’ diye bakmaktan vazgeçeceğiniz sıradan bir görüntü oluyor sanki renkli tapınak binalari. Kocaman mavi kırmızı boynuzlu mandalar, renkli türbanlı amcalar, ışıl ışıl sarili mango satan teyzeler, trafiğin korkunçluğu, süslü boyalı kamyonlar , ağzına kadar dolu tuktuklar, okula giden bisikletli kız grupları bu iki saatlik yolun kolay geçmesini sağlıyor. Mutlaka otobüsün şoförüne Hint müziği çalmasını önerin.  Bir süre sonra kendinizi hafif tempo tutarken bulacaksınız.
 


Yol üstünde  bu kadar renkli tapınak, heykel arasında  bile  Auroville’in altın renkli kubbesinden söz eder çoğu insan.  Ana yoldan 10 dakika icerdeki  bu modern meditasyon merkezi 60li yıllarda kurulmuş. 126 ülkenin toprağı getirilmiş törenle bir kenara konmuş. O tarihlerde Türkiye’deki insanların oraya buraya barış ve huzur adına toprak gönderecek halleri olmadığı için Türkiye’den toprak yok.
Çok bakımlı bahçelerin ortasında  36 metre çapında    1400 adet küçük çemberlerden oluşan    devasa tenis topuna benzeyen yapıya ancak uzaktan bakabiliyorsunuz. Temiz  yemekhanesinde oturabilir,  kendi ürünlerini sattıkları dükkanından alış veriş edebilirsiniz. Ama bu görkemli yapıya ancak ‘burayı ciddiye alanlar ’ girebilir.  Bahçenin giriş kapısının yanındaki kocaman ağaca asılı hafif bir esinti ile bile dingin ses çıkartan metal boruların  altında dinlenin biraz. Daha sonra el yapımı sabunlar,  beyaz elbiseler, güzel kokular almak için üç büyük dükkanı ziyaret edebilirsiniz.

Pondicherry ise başka bir alem. Hava her zaman sıcak.  Deniz kenarından ağır ağır şehrin içine yol alırken  sanki pastel renkli eski bir film dekoruna adım atıyorsunuz. Ortalık sakin.  Çoğu yapılar iki katlı, Fransız egemenliği zamanından kalmış, sokaklar başını beyaz pembe çiçeklerin ağırlığı ile eğmiş begonvillerle kaplanmış. Ayağını sürüyerek başının üstünde sepetle çiçek taşıyan, sarisini ucunu  beline tikistirmis  kadınlar, bir iki tuk tuk, sakin sakin eşelenen horozlar ‘iyi ki buraya geldik’ dedirtir, hafiften mutluluk gelir sizi bulur.    L'Orient Otelinde öğle yemeği  bu hayal dünyasını sürdürür.  Eski bir  Fransız evi restore edilmiş,  avluda o zamanların masaları, sandalyeleri ile kocaman yapraklı ağaçların serinliğinde ızgara et ve sebze, yanında bol buzlu yeşil limonata yemek saatini biraz daha uzatma tehlikesini arttırıyor. Yerel kırmızı şaraplar güzel ve fiatı daha sonra sizi pişman etmiyecek kadar uygun.  Saat 4 de kadar bu ortamda Jaz dinliyerek, Edith Piaf şarkılarını hatırlıyarak  huzur bulun. Saat 4.00 de Pondicherry'nin en gözde kadını kocaman Fil Laxmi’yi görmeye gidin. Küçük bir sokak arasındaki curcunalı tapınak önünde Laxmi’cik vereceğiniz otu yemek için hortumunu uzatır. Karşı taraftaki dükkandan bir demet ot bizim paramızla 25 kuruş. 25 kuruşa başınıza zarifçe dokunur ve sizi kutsar. Daha sonra ana caddedeki bu kasaba irisinin tek müzesini görmemezlik etmeyin. Müze bekçisi orta yaşlı teyzelerin oturup dünya ahvalini konuştukları  bu küçücük binada  görebileceğiniz en güzel bronz heykel koleksiyonu var. Tozlu camekan arkasında  tanrı Shiva dört kolu ile evrenin ortasında dans eder. Gözler bir tek kendinin duyduğu müzik ile ağırlaşmış,  parmaklar kıvrılmış, başını  yana eğmiş davulların ritmine uymayı bekler.

Pondicherry'de   yemek ve tapınak gördükten sonra zaten başka bir şey yapmaya haliniz kalmıyacaktır. Bir iki ipek şal,  boncuklu çanta, cam bilezik alışverişi ile geceye hazırsınızdır. Gece, kumsal ata binmeye gelenler, tüfekle balon nişancıları, haşlanmış mısır,  patlamış pirinç, soğan ve domatesten oluşan kağıt tabaklarda hapır hupur yenen abur cubura  koşan çoluk çocuk insanlarla  dolar.

Siz siz olun uzun bardaklarda turunç suyu için otelinizin bahçesinde. Düzenlenen Hint dans gösterilerini izleyin,ışıl ışıl gökyüzüne bakın,  Küçük Ayıyı, Kutup Yıldınızı görmeye çalışın, iyi dinlenin çünkü bir sonraki gün   Mamallapuram açık hava müzesini ve tanrının elinde tuttuğu yağ topağini, gölgesinde korkuyla oturacağınız o heybetli kayayı görmeye gideceksiniz.

Sunday, May 26, 2013

25 Mayis Dolunay kutlamasi


Belliydi böyle olacağı. 20 kusur günden beri yavaş yavaş hazırlanıyordu. Önce ince zarif bir hilal olarak yerini aldı bulutsuz sakin gökyüzünde, sonra kocaman siz deyin tepsi ben diyeyim tekerlek, hintliler desin yuvarlak ekmek capati gibi denizin üstünde asılı kaldı uzun süre.   Cumartesi günü Hintliler uyanır uyanmaz güneş tanrısı Sürya ya dönüp sabah dualarını ettiler, saksıdaki fesleğene su verdiler. Bütün gün sadece meyve yiyerek oruç tuttular.   Muson yağmurlarından önceki dayanılmaz sıcak biraz azalıp akşamın ılık deniz rüzgarı esmeye başlayınca, sadece sebze ve pilavdan oluşan aile yemeğini yediler ve yavaş yavaş yola çıktılar.
Mumbai halkının deniz ile anlaşılmaz bir ilişkisi var.   Arap denizi şehrin sol tarafını  kumlu sahillerle  boylu boyunca izlemesine rağmen, boş zamanlarında deniz kenarına gitmeyi çok seven halk balıkçılığı pek sevmiyor. Bir iki küçük tekne olur olmaz saatlerde pıt ,pıt motor sesleri ile rengini yitirmiş sularda bir bu tarafa bir su tarafa yol alıyor. Sahildeki mısır kocanı kemiren, uçan maymun balonları çekiştiren   çocuklar, sari köşelerini gözlerinin üstüne kadar çeken anneler, sıcak kumlara çömelen teyzeler,  acı yaprak çiğneyen ve kıpkırmız tüküren babalar bir günü daha kazasız belası bitirmenin ferahlığı ile kıyıya vuran dalgalara, kriket oynanan delikanlılara bakarlar, ya da dizlerine kadar suya girerler, çığlıklar atarak dalgalardan kaçarlar. Çoğu yüzme bilmez.
Bu  sefer ki dolunayın hikayesi önemli.  Hem Buddha’nın doğum günü, hem de tanrılardan birinin kaplumbağa şekline girerek bir dağın okyanusa gömülmesini önlediği tarih.   Mumbai pek Buddhist değil ama  çok hoşgörülü. Tanrıların yeniden doğuşu  saydıkları Budhanın doğum gününü kutlamağı da vazife sayıyorlar.
Hindistan’da neyi kutlarlarsa kutlasınlar mutlaka kavunici renkli kasımpati çiçekleri ile süsleme yaparlar. Eğer Dadar çiçek pazarına sabahın köründe giderseniz kamyonlar dolusu kasımpatıları acı kokuları ile çuvallarla alan, satan tüccar topluluğunu  görebilirsiniz. Kasımpatiların arasında beyaz leylaklar, cennet çiçekleri, güller, ve ille de baygın kokulu yaseminler iplere dizilmek üzere alıcı bekler.  Bütün gün tapınak içlerinde, sokak köşelerinde harıl harıl saçlara takılmak, tanrılara sunmak için küçük demetler yapar kadınlar kızlar.
Dolunay ayini için sadece kasımpatı   yeterli değil. Kurumuş,  yeşili kaçmış ,kararmış hindistan cevizi  de sunmak lazım tabii ki, Bir küçük tepsiye  biraz pirinç  fidesi, biraz şeker, sandal ağacı tozu, kafuru koyup   şimdi  VanGogh  tablolarındaki kadar lacivert,  bir o kadar da ebruli gökyüzünde kocaman yükselen dolunaya  karşı bir iki dua okuyup denize bırakırlar.  Bu küçük çaplı bir kutlama. Ağustos sonundaki fil başlı tanrı kutlaması gibi bütün Mumbai halkını sahile sürüklemese de bugün gece   sahilde denizde küçük ayinler sürer.
Hava sıcak., gece hafif deniz esintisi bile bu sıcağı azaltmaya yetmiyor. Eğer bu deniz kenarı ayinini görmek isterseniz  J.W Mariott Otelinin  sol tarafındaki kulübelerden ekmek arası patates köftesi,  acılı nohutlu pilav,   kıtır            toplu leziz püri pani  yiyerek, renkli buz dondurmaları kemirerek dolaşabilirisiniz sahilde. Ama daha rahat bir yer isterseniz uzun serin bardaklarda alkolsüz moktailler içerek, gün boyu gezdiğiniz tapınaklar, aldığınız bilezikler, sallar üstüne konuşarak serinliyebilceğiz  en uygun yer, sahil kenarındaki otel bahçeleridir.  Dışarda curcuna devam ederken Hindistan’ın daha önce gördüğünüz yerlerden nasıl farklı , nasıl inanılmaz olduğunu paylaşarak, bir sonraki günün planlarını değerlendirerek geçirebilirsiniz akşamınızı.    Biraz soluklandıktan sonra yakınlardaki Hare Krishna tapınağına gidip  gece ayinini izlemek  gecenizi bitirmek için  uygun plandır.
Bu deniz kenarı ayini Pazar gecesi de devam eder. İnsanlar yorgun, uyuya kalan çocuklarını omuzlarında taşıyarak, yanıp sönen oyuncaklarla, ayakları kumlu, sarileri en ışıltılı kıvrımları ile tuktuklara biner evlerine yollanırlar.  Dolunay denize rengini vererek batar. Siz Pazartesi sabahı bu yazıyı okurken deniz hindistan cevisi artıklarını yuvarlayarak  sahile geri bırakır. Sarı çiçekler dizi halinde kumların üstüne serilmiştir.  Bir iki tanrı heykelciği  teki kalmış şıpıdık terlikler, dua kandilleri ile  güneşi karşılar.  Mumbai   sahilleri 23 Haziran’daki  daki daha büyük dolunay törenine kadar sizi bekler.   Türkiye den THY ile  sadece 6 saat uzaklıktaki  bu güzelliği sakın kaçırmayın.


Tuesday, May 14, 2013

bu Pazar


7 yasından beri ‘annem, ablam, ben’den oluşuruz biz.  Küçük bir atom çekirdeği aileyedik .  Üçümüz sokağa çıkma yasası olduğu günlerde yollarda kalmıstık, yine üçümüz Bayram ziyaretlerine giderdik. Şimdiki gibi hazır giyim olmadığı için annem dikerdi elbiselerimizi,  pantolonlarımızı. Çarşamba günü  serbest kıyafet günlerinde şık şıkırdım giderdik okula.  Küçüktük, annemizin elinden tutar tiyatrolara giderdik onun okulu ile. Küçük Tiyatro’da  yakası kırmızı karanfilli koca göbekli kapı görevlisi her seferinde ‘bunlar küçük çocuk’ diye almak istemezdi bizi. Her seferinde annem tiyatro müdürüne çıkar ‘bunlar eğitimli çocuklar, tiyatroyu çok severler; hiç ses çıkartmazlar’ diye bizi ortaya sürerdi. Biraz mahçup ( hekes bize bakıyor) biraz gururlu ( tiyatoya gideriz biz hep)  güzel elbiselerimiz ve rugan ayakkabılarımızla Anafartalar Lisesi kızları ile müdür beyin ‘tamam geçin ama bu son Eminanım’ı ile salonda yerimizi alır, yavaş yavaş sönen ışıklarla perde açılma hışırtısını beklerdik.
Her Pazar sabahı bizden önce kalkıp Büyük Sinema’ya bilet almaya giderdi. Doktor Jivago’nun otobüs peşinden Lara’ya bağırarak koşmasını gözlerimiz dolarak birlikte izlemiştik.  Sinemadan çıkınca yollar karla kaplıydı Rusya’daki gibi. Lapa lapa yağan Ankara karında tutuna tutuna, kaya kaya evimize  gülüşerek yürümüştük.  Mehmed Ali Erbil’in  ilk oyunu Küheylan’ı birlikte görmüştük, at kuklaların ne kadar büyük ve güzel olduğuna şaşarak. Bizi Kurtuluş Parkına götürürdü küçükken. Hiç sevmediğim, kalabalık, çoluk çocuk dolu parkta kitaplarımızla gider tarih çalışırdık (güya) ablamla  ben. Daha sonraları Kitty karnımda iken sabah yürüyüşüne gittik oraya.  Hatırladığım gibi değildi. Kol kola girip iki yana yalpalıyarak yürüdük her sabah. O biraz  yorgun, ben biraz hamile. Üniversitedeyken Beytepe otobüsünden inip, kestirmeden geçtiğim yollardı bunlar. Nikah dairesi ilanları yapıştırılmış  eskiden slogan dolu duvarlara.  Slogan zamanlarında birlikte beklemistik sabah çalınacak kapıları. İki ayrı odada, iki ayrı uyuyamayan anne ve kız. ‘Geçen gece Kitty partiden gece 12.00 de döndü’ diyorum, ‘bekledin mi pencere de’ diyor, gülüşüyoruz. O kötü dönemlerde pencerede beklediği söyler hep.  Ben beklemedim pencerede, mesaj attim beş dakikada bir.

Evinde kocaman bir sandığı vardır gençliğinden beri yanından ayırmadığı, sandığın alt gözünde  çok eksiden kalan kırmızı rujunun yanında hala gizemini koruyan   nota düdüğü vardır.  Gece siyahı, dokunması hoş, iki tarafında dört deliği olan nota düdüğü. Her deliğinden ayrı boğuklukta ses çıkar üfleyince ve annem mucizevi bir şekilde bu seslerin hangi notaya ait oldukları ve mandolinin hangi telinin ne kadar gevşek olduğunu bilirdi hemen.  Çok nadir şarkı söylerdi.  Öyle herkesin annesi gibi ‘lay lay lom’lu değil,  başını  yana eğer, sesini inceltip eğitimli opera şarkıcısı tonu ile söylerdi. Bana hiç geçmemiş şarkı söyleme yeteneği,  hayatımı kurtarmak için bile bir şarkı sözü bilemem, iyi bir ses çıkaramam. Ama tiyatro önlerinde kapıcı ile kavga etme huyu geçmiş.   Ona buna baş kaldırma, haksızlığa dayanama ve öğretmenliği ruhuma iyice işlemiş. Gördüğü her yerde sigara içenlere karışır, sokakta ağlıyan çocuklara çantasında her zaman bulundurduğu şekerlerden birini verir.  Ben Hindistan’da bile kavga eden sokak çocuklarını ayırıyorum.


Biz küçükken ablamla bana çok güzel yemekler yapardı yılbaşında. İçi pilavla doldurulmuş ayakları beyaz fırfırlara  süslü hindiler, perde pilavları, rulo pastalar.  Kitty’ye rulo pasta deyince ‘şeftalili, ananemin ki  gibi mi?’ diyor. Benim rulo pastam rulo olamıyor bir türlü.  Nick hasta olduğu zaman hala ‘ananenin mercimek çorbası’nı ister, biz Ankara’ya gidince çorba hazırdır, uçaktan gelir gelmez, saat kaçta olursa olsun içimiz ısınır, Türkiye’ye gelmenin en güzel yanıdır.


Yıllar önce  ben Amerika’ya gideceğim diye tutturunca Büyük Dünya Atlasında Kaliforniya’nın dünyanın öbür ucu oldunu  görünce ki  telaşını hatırlıyorum.     Aynı Atlasda Hong Kong’u bulduk birlikte daha sonra. Nick’le gideceğim için hiç sesini çıkarmadı  bu sefer.  Kalktı geldi benim yanıma o soğuk ve sevimsiz Huddersfield’e Kitty için. Üç ay geceleri nöbet tuttuk kızımızın  basında.  O zamanlar  Skype falan yok, Türk televizyonu yok,  kütüphaneden Türkçe kitap bulduk , Ramazan'da  Pakistan’lı dönerciden hurma ile açtık orucunu.  Kitty 14 yasında şimdi.  Annem en çok onu özler,  sesi bile değişir Kitty ile konuşurken.  El işlerine yatkınlığını annemden almış,  Kitty. Çalışkanlığını da. Bir arada olduklarında benim çocukluk yaramazlıklarımı konuşurlar bazen. Kitty ‘annesinin yaramaz olabileceğini hayal edemez’miş.  ‘Çok anlatma’ diyorum anneme, ‘beni masum bilsin kızım’.

Bu sene de anneler gününde orda değildik. Ama olsun; ablam vardı annemin yanında, simit yemişler sabah kahvaltısında. Mutfakta fotoğraf çektirmişler. İkisi yan yana mutlu, masa dolu, keyifler yerinde. Biraz sonra biz telefon ettik, gülüştük, konuştuk, anneler günü muhabbeti ettik.  Bir daha ki seneye mutlaka orda oluruz dedik.

Ne yapalım, uzakta olunca bu kadar kutlanıyor anneler günü.  Herkesin  de annesin günü de kutlu olsun, telefonlar edilsin, çiçekler gönderilsin.



Tuesday, May 7, 2013

Bir tapinak daha, bir kutlama daha


Hindistan’a festivaller ülkesi denmesinde hiç bir yalan yoktur gerçekten.  Mumbai’de nerdeyse her gün binlerce tanrıdan birinin önemli bir günü karşınıza çıkar. Bir gün su bulmak için ok atar  bir tanrı, o gün kulları tarafından kutlanılır, öbür gün başka bir tanrının doğum günüdür,  tanrıçanın köye geldiği gündür, dağı eliyle kaldırdığı, kötü devi yendiği, evlendiği, yani kulların kutlama yapması için her gün bir neden vardır nerdeyse.   Tanrılar tapınaklarda sakin sakin kullarını izlerken , yollar sokaklar bayraklarla,  kavunici çiçekler, güzel kokular, tütsü, sandal ağacı tozu, küçük kandiller, yasemin dizileri, gonca muz çiçekleri ile donanır. Tuktuk sesleri, açık hava çamaşırhanesine bohça bohça yıkanacak giysi götüren bisikletli  dhobiwallalar, bıçak bileciyileri, pamuk atıcıları, Jaguar arabalar,  sepet içinde çok lezzetli küçük kıtır toplarla satılan pani puriler , ekmek arası bol acılı patates köfteleri,  baygın kokusuna inanamıyacağınız francipanı ağaçları, tapınaklardan yankılanan irili ufaklı çan sesleri, beyaz minareli, mavi çini işlemeli duvarlı camilerden uzun eteklerini toparlayarak yürüyen insanlara karışır, sıcağa alışkın Mumbai tozlu, kirli mavi, bulutsuz gökyüzü ile  festival dolu hayatına gümbür gümbür devam eder.

Fil başlı tanrının denize indirilmesi, uçurtma bayramı, boya festivali gibi büyük ve gürültülü festivallerin arasına sıkışmış, dini hikayelere göre  çok önemli, turistlerden uzak sadece bu ülkede yaşayanların bildiği  kaçılrilmaması gereken bazı festivaller de vardır. Bunlardan biri  Jain dininin kurucularından   Mahavir‘in doğum günüdür.  Dini günler ayın  durumuna göre belirlendiği için her yıl değişen gün bu yıl Nisan  ayının sonuna  rast geldi ve  baştan aşağı beyaz mermerden yapılmış Jain tapınaklarında kutlandı.

O gün için özel alınan en yeni  ve en temiz harmanilerini giydiler inananlar.  Hiç bir canlıya zarar vermemeleri için çıplak ayakla ve ağızlarına  mendil kapatarak sabah erkenden tapınakların mermer serinliğine ulaştılar.   Güney Bombay, Malabar Hill’deki  turistlere alışkın tapınak her yıl bu toren için dolar taşar.  Kuzey’de daha sakin, daha alçak gönüllü Vile Parlede’ki tapınak bir hafta öncesinden güzel kokulu sularla yıkandı, ziyaretçilere hazırlandı. Tapınağın girişinde büyük yuvarlak basalt taşların üstünde sandal ağacı öğütülüp, gül suyu katılarak   alınlara sürülecek sarı macun yapıldı.  Eger çekinip  iceri girmezseniz sokağın köşesinden çıplak ayaklı, harmanili, ellerinde küçük  çantalarla pirinç taşıyarak tapınağa giren çıkan teyzelere, amcalara  bakakalırsınız.  Yakılan tutsülerle  ince bir sis perdesi  arkasından bakarsınız hayata;  hava öğütülen sandal ağacı, gül suyu ve yasemin kokar, giremediğiniz tapınaktan insanların dokunduğu  çan sesleri  uzak dualara, davul seslerine  karışır.  İçerde mermer kakmalı  salonda inananlar   kısa ayaklı masalarda bir torba pirinçle  geometrik şekiller,  dört noktalı gamalı haçlar çizerler. 
Duvarlara asılmış tesbihler Mahavir’in  rahat, sakin, derin düşünce ile ağırlaşmış badem gözlerinde huzur bularak her boncuğuna dokuz dua okunarak çekilir. Tapınağın üçüncü kat balkonundan aşağıdaki insan seline  bakmaktan duvarların mermer işçiliğine, tavandaki göbekli kristal avizeye bakmayı unutur insanlar . Siz oraya buraya bakına durun yaşlı teyzeler bileğinize kırmızı ipe bağlanmış küçük dua sözcükleri sarar, mutlaka yemeğe de kalmanız için ısrar eder.

Törenden sonra  kazanlarla pişen  ücretsiz yemek dağıtılır. Jainler et yemezler tabii ki ve soğan, sarımsak, zencefil, yani toprağın altında yetişen hiç bir şeye te itibar etmezler.  Belkide hep birlikte yendiği için pilav ve dört beş çeşit sebze yemeği  çok lezzetlidir.  Yemek bitirilip tapınağın serinliğinden  dışarı  çıkanları Mumbai  tozu, gürültüsü, karmaşası, yapış yapış sıcağı ile kucaklar.  Karınları tok, sırtları pek arabalarına binip her günkü  sakin, kavgadan, karmaşadan  uzak hayatlarına devam ederler Jain’ler.

İnanmıyacaksınız ama  tanrı Ram’ın doğum günü de aşağı yukarı aynı tarihlerde.  Kavunici çiçekler, leylaklar, beyaz güller sepet sepet tapınaklara taşınır.   Tapınak  göl haline getirilir,  Ram ve eşi Sita sandalla gezmeye çıkarlar.  Siz siz olun bu kutlamayı da kaçırmayın.



Thursday, March 14, 2013

Sri Lanka


Hindistan’nın sağ altındaki   Bengal  Körfezinin kenarında         sevimli bir damla gibi duran  küçük adaya mutlaka gitmeniz gerekiyor.   Eskiden bildiğimiz  çayları ile   ünlü    Seylan şimdilerde Sri Lanka adı ile anılan ada bu. Küçük, bücür bir şey olduğuna bakmayın  bu sevimli ada kuzeyden güneye 7-8 saat sürer, her adımda  görülecek bir şey vardır.


Adanın güneyinde , açık denize ayaklarını uzatmış küçük Galle  şehri tatil geçirmek için güzel bir seçenek.    Hava alanından iyi bakımlı otoban ile 3-4 saat sonra sanki eski Portekiz şehirlerindeymis  gibi eski bir filmin içinde bulursunuz kendinizi.  Fötr şapkalı amcalar, güneş şemsiyeli teyzeler sakin  gölgelerde dolaşır, açık kepenkli  pencerelerden tül perdeler uçuşur. Denizin kenarında eski şehir surlarının içinde artık kullanılmayan deniz feneri fotoğraf çekmek için ideal bir yer. Surlardan yürüyerek  deniz müzesinin serinliğine, tarih müzesinin bilgilerine ulaşabilirsiniz. Müze dükkanları pek alış veriş için pek uygun değilse de  yol boyunca yarı değerli taş, doğal ilaç ve tabii ki  envai çeşit çay  dükkanları, adaya özgü dans ve nazar maskeleri, tahtadan oyulmuş Budha heykelleri sizleri hayal kırıklığına uğratmıyacactır.

Şehrin içinde de kalabilirsiniz, kıyı boyunca devam eden ana yolun üstündeki yerleşim bölgelerinde de.   Muz,  palmiye ve hindistan  cevizi ağaçları arasında saklanmış köyler turizme çoktan açılmışlar,  yatak ve kahvaltı düzeni ile bir gece ya da  fikrinizi degistirip bir ay kalabilirsiniz.  Sabahları maymun çığlıkları ve papağan kavgaları arasında uyanıp, serin  taze kesilmiş hindistan cevizi suyu  ile kahvaltıdan sonra  deniz kenarına gidip uygun fiatla surf de yapabilirsiniz,  dalgıç eğitimi de alabilirsiniz; insanlara alışmış kocaman şu kaplumbağaları ile de   yüzebilirsiniz.   Eğer hangi yosun vereceğinizi bilmiyorsanız,  ellerinde torbalarla  yerliler bir iki kuruşa  kaplumbağanın en sevdiği yosunları size sunacaktır. Aman dikkat, Rosie, Columbo   adlı    biraz obur  kaplumbağalar  elinizi ısırabilir. Eğer şanslıysanız aynı sahilde  küçük kaplumbağaların yumurtadan çıkıp paytak paytak denize gidislerini bile görebilirsiniz.  Güneşte fazla kaldıysanız telaş etmeyin, ellerinde devasa yapraklar ile dolaşan ada sakinleri kızarmış omuzlarınıza  aloe vera suyu sürmeye hazırdır. Kumsalda ipek yatak örtüsü, batık yastık kılıfı, ve el işleri alış verişi yapmak çok doğal gelmeye başlar bir süre sonra.
Deniz,  Akdeniz kadar tuzlu olmasa da onun kadar ılık  Nerdeyse keyifle bütün gün suyun içinde durmak tatlinin amacı haline gelecek.         Ama eğer balinaların sabah kahvaltısını kaçırmamak isterseniz sabah 4 de kalkıp 3- 4 saat yol alıp , bir saat tekne yolculuğundan sonra  denizde bu kadar büyük, bu kadar muhteşem bir şeyin  nasıl olabileceğine şaşarak – birazda korkarak  size verilen kahvaltıyı afiyetle yiyebilirsiniz -eğer fotoğraf çekmekten vaktiniz kalırsa.

Sri lanka’da  buyuk bir mutlulukla hiç bir şey yapmadan sadece denize girerek, kitap okuyarak, taze naneli  buzlu limonatalar yudumliyarak   tatil geçirilebilir. Ama  biraz hareket  isterseniz, adanın içlerine doğru yürüyüş turlarına katılabilirsiniz.  Fil yetimhanesi görmeyi istiyebileceğiniz yerlerden biri olabilir. Sabah 9.00 da gruplar halinde yıkanmalarını izliyebilir ve kahvaltılarına katılabilirsiniz.  Ne olursa olsun hayvanların zincire vurulduğu görmek istemiyorsanız, bu yetimhane sizin için değildir. Onun yerine Buddhist tapınaklarını gezin, Kandy şehrindeki kalabalık ama sakin, huzurlu Buddha ’nın dişinin saklandığı   büyük ve etkileyici tapınağa gidin, bakımlı bahçesinde biraz soluklanın,  eğer ilgileniyorsanız meditaston  ve Buddhist öğretinin detaylarını öğrenmek için çok uygun bir zamandır.  Yabancılara alışıktırlar, çoğunlukla İngilizce bilirler.  Cana yakın insanlardır, bilmeselerde , bir gülümseme ile  yol gösterirler, içiniz güven dolar.  Bu adaya ‘gülümseyen insanlar adası’ denmesine hak verirsiniz.

Eğer yeni evliyseniz,  saçınıza  beyaz frangipani takip , güneş gökkuşağının bütün renklerini ayağınıza dökerek günü bitirirken  el ele kumsalda yürümek icin  Sri Lanka  sizi bekler belki de.  Eğer çoluğunuz çocuğunuz varsa kumdan kaleler,  temiz deniz,  deniz ürünleri ile akşam yemekleri ile  ideal bir seçimdir.   Darısı başınıza.