‘Siz planlar yaparken başınıza gelen şeye hayat denir’. Der John Lennon
(kötü bir çeviri oldu, Zeycan arkadaşım daha iyisini yapar). Cuma akşam Nick
18.55 uçağı ile iki haftadır çalışıtığı Delhi’den gelecek, sakin sinemalı bir
hafta sonu geçireceğiz, Noel biletleri alınacak, gizli yılbaşı hediyeleri
planlanacak sonra da Pazartesi sabah işe, okula gidilecek. Buraya kadar iyi. Nick ‘kendimi iyi hissetmiyorum’ dedi,
‘aman buralarda dikkat etmek lazım’ diye hemen acile götürmek için onu
almaya hava alanına gittim. Uçak bir buçuk saat gecikti ve ben bir buçuk
saat kah elimdeki kitabı okuyarak, kah gelen giden insanları masala çayı
eşliğinde seyrederek havaalanında bekledim. Ortalarda tuvalet yok, bilgi
alınacak bir adam yok, kalabalık içinde dehşetli tek başınalık ile bekledim
durdum. Sonra bir baktım ki içi
hat değil dış hatmış, başka havalanına gittim o Cuma akşamı trafiği ile. Nick Mumbai sıcağında takım
elbise ile bizi bekliyor, yorgun, hafif ateş, hasteneye vardığımızda ne Nick’de ne de bende konuşacak hal kalmamıştı.
Hastane buranın en pahalı hastanelerinden biri. Acilde bizi hemen aldılar, üşütmüsde olabilir, veremde, zatürre de
Dengue de. Sıtma olma şansı da yüksek. Testler yapılacak. Demek ki burda kalınacak bu Cuma akşamı . Nick’in ve Kitty’nin hastane maceraları
meşhurdur, Kitty küçükken çok hastalanırdı, o kadar çok ambulans çağırmıştım ki, yolda gördüğü beyaz arabalara
‘benim ambulansım’ derdi.
İngiltere’de kaç kere gece yarısı Nick’i hastanelere taşıdığımı
anlatamam. Alışkın olmalıyım ama yine de uzakta olmak zor. Konuşacak kimsenin
olmaması en uzak yer. Arayıp ‘imdat!’ diyebileceğim kimse yok yakınlarda. Hem burası ‘Hastane’ dizilerinin çekildiği
yer değil, ‘Grey’s Anatomy’ dizisi
hiç değil. Hindistan’ın 4
Bungalow’ında açık balık pazarı, uyuyan köpekler ve tuk tuklar, sokak
yaşıyanları, dilenciler, gecekondular arasından gidilen 15 katlı bir hastane. Doktorlar iyi
İngilizce konuşuyor, hemşireler
biraz, öbürküler hiç. Beş dakka da
bir gidip ‘ne oluyor, doktor nerde’
diye soruyorum. Kendi
aralarında Hint’çe konuşuyorlar biz bakınıyoruz Nick ile. Acım, yorgunum, çay istiyorum. Ama
röntgen çekilecekmiş, onu bekliyoruz. Yarım saat sonra küçük röntgenci geldi.
Herkes onu beklediği için en önemli adamlardan biri Acilde. Her gün yolda gördüğüm binlerce Hintli
yüzden biri. Mobiletinde arkasında hanımı
ortada bebeği kendi önünde küçük çocuğu ile kasksiz, umursuz, boş
bakışlı bir adam. Beni ordan
oraya itiştiriyorlar neyse röntgen çekildi ‘evet biraz enfeksiyon var,
yatıralım’. Peki yatırılsın. Hemen para konuşmaya başlıyor. Acile gitmek Rs
1000, peki, tek kişilik bir oda
Rs7000 ve kapora olarak bir lakh istiyorlar. 1 lakh ne kadar? £1000. Ona da
peki. ( £1 , 2.5 lira . ona gore hesaplayin, benu ugrastirmayin lutfen).Bir binadan ötekine elimde kağıtlarla koşturuyorum, aynı dili
konuşsakta bürodaki kadınla benzer
şeyler anlamıyoruz. Ankara'da ‘simit’ isterken ‘gevrek’ derseniz nasıl yüzünüze
bakarlarsa aynen öyle bakıyorum.
‘taşımak, götürmek’ yerine
‘değiştirmek’ kelimesini kullandıkları için, neyi kimi değiştirip, neyi kimi
taşıyacaklarını anlamıyorum. Sonunda Nick'in 15. Kata çıkarılağacını anladım, koskoca hastane yatağının peşinden
çantaları, ceketleri salkım saçak taşıyarak odaya çıktık. Oda tabii ki hazır değil. Tuvalet kağıdı isteyip
peçete, çay için sıcak şu isteyip musluktan akan sıcak şu gelince biraz huysuzlandıysam da artık sesimi çıkaracak halim ve gücüm
kalmamıştı.
Nick’i orda bırakıp eve yollandığımda saat 12.30 du ve yollar gece
hayatını daha yarılamamış insanlar ile doluydu. Kızım evde çoktan uyumuş, klimasını açtım, en iyi arkadaşımın
eşinin ölümünün 7. günüymüş yarın, ona ağladım biraz, ne kadar çabuk geçiyor
zaman, evin içinde ne yapacağımı
bilemeden dolaştım, bütün ışıkları
açtım, kapadım, camdan dışarı hava alanında inen kalkan uçakların kırmızı
ışıklarına baktım, ablamla konuştum,
çay içtim gecenin o saatinde. Sonra yattım, pencereyi açıp tül perdeyi
çektim, dışardan gelen sokağın gürültüsü
ile Ankara’da annemin evinde olduğumu sanarak ağır, rüyasız bir uykuya
daldım.
No comments:
Post a Comment