Saturday, September 15, 2012

Pazar muhabbeti


Unutmuşum burayı Türkiye’deyken. 'Paneer'in beyaz peynire hiç benzemediğini, tuzsuz zeytinin sadece kavanozlarda satıldığını, salatalıkların  içi geçmiş, küçük, tombul ve açık yeşil olduğunu, daha çoğu şeyleri de unutmuşum. O yüzden gelirken hiç ise yarar bir şey getirmemişim. Türkiye’deki evde bulduğum kahvaltı artığı bir avuç zeytini de bavuluma tıkmasaymışım o da olmayacakmıştı. Geldiğimizin ikinci günü  bir telaşla taze ekmekle yiyip bitirdiğim için zeytin de yok artık.

Yani kaldım kendim kendime. Ne beni sevindirecek derin dondurucudan çıkarıp, fırına koyup isittiğim biraz kuru, biraz bayat ama ne olursa olsun çıtır çıtır simit, ne de soya kıymalı kuru Kayseri mantısı var. Yani ‘terapi’ falan yapamıyacağım.  Hayat Türk televizyonsuz, Türk reklamsız , geçen seneden kalma alkolü uçmuş limon kolonyası ve bir iki THY salata sosu ile geçecek. Bilgisayar başında haber okumaya çalışacağım  bir tek kendime yaptığım sallama çaylarla.

Nick’de benzer sıkıntılar içinde. İngiltere’de pazar günleri yediğimiz rosto, fırında nar gibi kızarmıs patates  ve haşlanmış sebze yemeğinin baş rol oyuncusu ‘dana eti’ olmadığı için morali bozuk. Fırında tavuk yada kuzu kapama ile idare ediyor. Kuzu değil tabii ki o yediğimiz, keçi.  Keçinin mide bozduğunu söylerlerdi, bozmuyor. Çeşitli teoriler dinliyoruz, erkek keçidir, yok dişi keçidir, yok oğlaktır diye.  Söylenerek yemeğe de devam edebilirdik ama  yakın bir mahallede Joseph adlı bir kasap dükkanında  ‘sahici et’ satıldığını duyunca hemen bu muhabbetten vaz geçtik. Joseph öyle beyaz kasap önlüklü falan bir adam değil. Zaten ayaklarından  asılı popoları karanfilli kesilmiş kuzular da yok  dükkan vitrininde. Zaten vitrinde yok. Kocaman kara tahtada  kıyma şu kadar,   kuş başı şu kadar, tavuk lollipop şu kadar diye yazıyor, gidip ne istediğini söylüyorsun, Joseph seninle muhabbet ederken arkada bir sürü adam bir sürü bıçak , bir sürü heyecanlı konuşma ile her şeyi yarım kiloluk torbalara koymuş elinize veriyor.  Joseph bu arada  Salsa dansının nasıl hayatini değiştirdiğini,  insanların din yerine dans ile uğraşması gerektiğini anlatıyor, kıyma ve antrikot muhabbeti arasında Türk olduğumu öğrenince göbek dersleri vermemi öneriyor.   Duvardaki takvimde hem dans öğretmeninin resmi var hemde en büyük tanrının. Geçen her güne çarpı koyacağına ‘ohm’ işareti koymuş.

Bir baktım  Eylül gelmiş ve 15 olmuş bile. Hatırlamaya çalışıyorum Ankara’da Eylül nasıldır, İngiltere’de nasıldır diye. Hani bazen düşünürsünüz  ‘Ahmet’i son gördüğümde kıştı. Hava soğuktu’, ya da, ‘çok sıcak bir günde bize oturmaya gelmişlerdi’  diye. Hatıralar mevsimlere bağlantılı olarak aklımızda yer eder ya; burda öyle bir şey yok. Hep sıcak.  Yılbaşı da sıcaktı, Temmuz da.  O yüzden çok şey hatırlamıyorum geçen seneden. Okullar Ağustos başında açıldığı için okul başlama  tarihi de mihenk taşı olarak kullanılamıyor.  Ankara serinlemiştir şimdi diyorum. Çocuklar ağır sırt çantaları ile erkenden servis beklerler. İngiltere yavaş yavaş sonbahar renklerine dönüşüyordur. Burda klimayı 18 dereceye indirip perdeleri açarsam dışardaki gri muson havası biraz Sonbahara benziyor.  Böylece üç ülke, üç zaman kavramı, üç para birimi, üç dil, birbirine karışmış olaylar ve sıcak beni büyüyünce ‘Alzaymır’ yerine ‘Gülzaymır’ olacağım inancımı pekiştiyor.

Çok söylendiğime bakmayın hayat hiç de o kadar kötü değil burada. 7. katta oturuyoruz,  yatak odamızın balkonunda güvercinler var. Onların 'Hu' çekişleri ile uyanıyoruz. Kahvaltı ederken yeşil papağanlar konuyor telefon tellerine. Akşam  süleymancıklar geliyor cama.  İki taneler . Biz  yemek yerken onlarda   ışığa gelen  gece kelebeklerini yiyor. Cumartesi günleri kavalcı geliyor, içimi ezen  nameler çalıyor.  Hergün saat 9.00 da bir adam bisikletle bıçak satıyor. Deniz kıyısı 10 dakika  uzaklıkta, sokak pazarı 5.   Hare Krishna Tapınağı köşe başında.  Çeşit çeşit küpeler, alına yapıştırilan ‘bindi’ler, ‘kajal’ denilen sürmeler, limon ve acı biberden nazar boncukları, tuk tuklar, şeker kamışı, hindistan cevizi suları, papaya ve kaju dondurmaları,  'jamun' adlı meyveler, ’sabudana’ denen yuvarlak top top kurbağa yavruları gibi bir şeyler, uyuyan köpekler, canlı tavuklar, ‘bilmiyorum ki valla, hiç haberim yok’ derken ki kafa sallamasının ‘evet ‘ olduğu,   her köşe başında bir tapınak, bin tanrı, anlata anlata bitiremiyeceğim  bin hikaye, en yoksulunun bile illa da kırmızı giydiği , pembenin bu kadar canlı tonunun şu köşede  toz bezi satan adama bu kadar yakıştığı ve nedense hemen hemen herkesin dişlerinin bembeyaz  olduğu bir ülke burası.

Eğer gazete okuyup insanın içini daraltan haberleri  görmezsek,  kilimalı arabada giderken yol kenarında yaşayan, dilenen aileleri yok sayarsak,  su kanallarının,  dağlar kadar çöplerin kokusunu duymazsak, aldığımız her işlemeli kumaşın, yastığın, çantanın bir kuruş para  için  saatlerce çalışılarak yapıldığını unutursak,  kırmızı ışıkta geçme   cezasının fişli Rs 100, fişşiz Rs 50 oldugundan hiç söz etmezsek,  Bollywood filmlerinin alacalı bulacalı  danslarını hayranlıkla seyredip, orda burda mokteyl* içersek,  cok pahalı oteller dışına   çıkmassak hayat hiç de fena değil burda.   Siz Türkiye’de nasılsınız?







* alkolsüz kokteyl

1 comment:

  1. Biz de fena sayılmayız, Bolywood ve mokteyl tadındayız...

    ReplyDelete