Unutmuşum burayı Türkiye’deyken. 'Paneer'in beyaz peynire hiç
benzemediğini, tuzsuz zeytinin sadece kavanozlarda satıldığını,
salatalıkların içi geçmiş, küçük, tombul ve açık yeşil olduğunu,
daha çoğu şeyleri de unutmuşum. O yüzden gelirken hiç ise yarar bir şey
getirmemişim. Türkiye’deki evde bulduğum kahvaltı artığı bir avuç zeytini de
bavuluma tıkmasaymışım o da olmayacakmıştı. Geldiğimizin ikinci günü bir telaşla taze ekmekle yiyip bitirdiğim
için zeytin de yok artık.
Yani kaldım kendim kendime. Ne beni sevindirecek derin dondurucudan
çıkarıp, fırına koyup isittiğim biraz kuru, biraz bayat ama ne olursa olsun
çıtır çıtır simit, ne de soya kıymalı kuru Kayseri mantısı var. Yani ‘terapi’
falan yapamıyacağım. Hayat Türk
televizyonsuz, Türk reklamsız , geçen seneden kalma alkolü uçmuş limon
kolonyası ve bir iki THY salata sosu ile geçecek. Bilgisayar başında haber
okumaya çalışacağım bir tek
kendime yaptığım sallama çaylarla.
Nick’de benzer sıkıntılar içinde. İngiltere’de pazar günleri yediğimiz
rosto, fırında nar gibi kızarmıs patates
ve haşlanmış sebze yemeğinin baş rol oyuncusu ‘dana eti’ olmadığı için
morali bozuk. Fırında tavuk yada kuzu kapama ile idare ediyor. Kuzu değil tabii
ki o yediğimiz, keçi. Keçinin
mide bozduğunu söylerlerdi, bozmuyor. Çeşitli teoriler dinliyoruz, erkek
keçidir, yok dişi keçidir, yok oğlaktır diye. Söylenerek yemeğe de devam edebilirdik ama yakın bir mahallede Joseph adlı bir
kasap dükkanında ‘sahici et’
satıldığını duyunca hemen bu muhabbetten vaz geçtik. Joseph öyle beyaz kasap
önlüklü falan bir adam değil. Zaten ayaklarından asılı popoları karanfilli kesilmiş kuzular da yok dükkan vitrininde. Zaten vitrinde yok.
Kocaman kara tahtada kıyma şu
kadar, kuş başı şu kadar,
tavuk lollipop şu kadar diye yazıyor, gidip ne istediğini söylüyorsun, Joseph
seninle muhabbet ederken arkada bir sürü adam bir sürü bıçak , bir sürü
heyecanlı konuşma ile her şeyi yarım kiloluk torbalara koymuş elinize
veriyor. Joseph bu arada Salsa dansının nasıl hayatini
değiştirdiğini, insanların din
yerine dans ile uğraşması gerektiğini anlatıyor, kıyma ve antrikot muhabbeti
arasında Türk olduğumu öğrenince göbek dersleri vermemi öneriyor. Duvardaki takvimde hem dans
öğretmeninin resmi var hemde en büyük tanrının. Geçen her güne çarpı koyacağına
‘ohm’ işareti koymuş.
Bir baktım Eylül gelmiş ve
15 olmuş bile. Hatırlamaya çalışıyorum Ankara’da Eylül nasıldır, İngiltere’de nasıldır
diye. Hani bazen düşünürsünüz
‘Ahmet’i son gördüğümde kıştı. Hava soğuktu’, ya da, ‘çok sıcak bir
günde bize oturmaya gelmişlerdi’
diye. Hatıralar mevsimlere bağlantılı olarak aklımızda yer eder ya;
burda öyle bir şey yok. Hep sıcak.
Yılbaşı da sıcaktı, Temmuz da.
O yüzden çok şey hatırlamıyorum geçen seneden. Okullar Ağustos başında
açıldığı için okul başlama tarihi
de mihenk taşı olarak kullanılamıyor.
Ankara serinlemiştir şimdi diyorum. Çocuklar ağır sırt çantaları ile
erkenden servis beklerler. İngiltere yavaş yavaş sonbahar renklerine
dönüşüyordur. Burda klimayı 18 dereceye indirip perdeleri açarsam dışardaki gri
muson havası biraz Sonbahara benziyor.
Böylece üç ülke, üç zaman kavramı, üç para birimi, üç dil, birbirine karışmış olaylar ve sıcak beni büyüyünce
‘Alzaymır’ yerine ‘Gülzaymır’ olacağım inancımı pekiştiyor.
Çok söylendiğime bakmayın hayat hiç de o kadar kötü değil burada. 7. katta oturuyoruz, yatak odamızın
balkonunda güvercinler var. Onların 'Hu' çekişleri ile uyanıyoruz. Kahvaltı
ederken yeşil papağanlar konuyor telefon tellerine. Akşam süleymancıklar geliyor cama. İki taneler . Biz yemek yerken onlarda ışığa gelen gece kelebeklerini yiyor. Cumartesi
günleri kavalcı geliyor, içimi ezen
nameler çalıyor. Hergün
saat 9.00 da bir adam bisikletle bıçak satıyor. Deniz kıyısı 10 dakika uzaklıkta, sokak pazarı 5. Hare Krishna Tapınağı köşe
başında. Çeşit çeşit küpeler, alına
yapıştırilan ‘bindi’ler, ‘kajal’ denilen sürmeler, limon ve acı biberden nazar
boncukları, tuk tuklar, şeker kamışı, hindistan cevizi suları, papaya ve kaju
dondurmaları, 'jamun' adlı meyveler,
’sabudana’ denen yuvarlak top top kurbağa yavruları gibi bir şeyler, uyuyan
köpekler, canlı tavuklar, ‘bilmiyorum ki valla, hiç haberim yok’ derken ki kafa
sallamasının ‘evet ‘ olduğu,
her köşe başında bir tapınak, bin tanrı, anlata anlata
bitiremiyeceğim bin hikaye, en
yoksulunun bile illa da kırmızı giydiği , pembenin bu kadar canlı tonunun şu
köşede toz bezi satan adama bu
kadar yakıştığı ve nedense hemen hemen herkesin dişlerinin bembeyaz olduğu bir ülke burası.
Eğer gazete okuyup insanın içini daraltan haberleri görmezsek, kilimalı arabada giderken yol kenarında yaşayan, dilenen
aileleri yok sayarsak, su
kanallarının, dağlar kadar
çöplerin kokusunu duymazsak, aldığımız her işlemeli kumaşın, yastığın, çantanın
bir kuruş para için saatlerce çalışılarak yapıldığını
unutursak, kırmızı ışıkta
geçme cezasının fişli Rs
100, fişşiz Rs 50 oldugundan hiç söz etmezsek, Bollywood filmlerinin alacalı bulacalı danslarını hayranlıkla seyredip, orda
burda mokteyl* içersek, cok pahalı oteller dışına çıkmassak hayat hiç de fena değil burda. Siz Türkiye’de nasılsınız?
* alkolsüz kokteyl
Biz de fena sayılmayız, Bolywood ve mokteyl tadındayız...
ReplyDelete