Tapınaklar şehri Chennai bir tarafını Bengal körfezine
vermiş, sakin denizin serin meltemi ile kumları savrularak
güneşleniyor. Tanrıların en
yavuzu, erkek güzeli Krishna ve en
iyi arkadaşı Arjuna’nın maceraları her an karşınıza çıkıyor burda.
Hint efsanesi Bagwad Gita'da anlatılan
her öykü şehrin tapınaklarına
yansımış. En büyük tapınak eski
şehrin göbeğinde Parthasarathy
yüksek kuleleri ile çok uzaklardan bile gözünüze çarpıyor. Hani 'Hindistan’a gidilince mutlaka Taj Mahal görülmeli' derler ya, bu tapınak da
Güney Doğu da görülmesi gerekenlerden biri. Kulelerin her biri tanrıların savaşları, maceraları, aşk hikayeleri ile dolu.
Her biri mermerden değil, taştan
oyulmuş, ve renkahenk boyanmış. Mutlaka rehberle gezmeniz gerekiyor. Eğer
rehbersiz dolaşırsanız, Efes harabelerini yarım saatte
dolaşmış gibi olursunuz, size pek bir şey ifade etmez. Ama tapınak
istemiyorsanız Chennai alış veriş için kısa bir durak olarak da işinizi görür. Palmiye yapraği üstüne cizilmis hikaye panolari, ipek şallar, deve derisinden şıpıdık terlikler üçer beşer alınmalı. Hindistan’ın başka şehirlerinde olduğu gibi alabildiğine pazarlık etmeniz
gerekmiyor burda. üstelik Chennai et yemez
Hindistan’da iyi bir fırsat. Restoranlarda buralarda Müslümanlar tarafından sıkça kullanılan keçi eti de bulmak mümkün, dana eti de. Madras körisi ile pişmiş yemeklerin en lezzetli
örneklerinden tıka basa yiyebilirsiniz, aman dikkat, acısı boldur, cacığa
benzeyen, yemek arasında ağzını ferahlatmak için kaşıklıyacağınız 'raita'larda bile kızarmış bir adet kırmızı biber bir
uyarı gibi size bakar. Yemeğin
yanında mangolu ayran biraz kendinize getirir sizi. Sabahları mutlaka Hint krepi Dosa yiyin. Bu incecik krep
sade de yenebilir, yanında kırmızı sos 'sambar' ve hindistan cevizi ezmesi ile de. Zencefilli hint çayıni unutmayin. Chennai’ye iki saat uzaklıktaki Pondicherry'e, şu son zamanlarda
çok beğenilen 'Pi'nin Hayatı' filminin geçtiği kasabaya kadar bu kahvaltı ağzınızın tadını
korur.
Yol boyunca irili ufaklı tapınaklar o kadar çok ki ‘Aa! burda da bir tane daha var’ diye
bakmaktan vazgeçeceğiniz sıradan bir görüntü oluyor sanki renkli tapınak binalari. Kocaman mavi kırmızı
boynuzlu mandalar, renkli türbanlı amcalar, ışıl ışıl sarili mango satan
teyzeler, trafiğin korkunçluğu, süslü boyalı kamyonlar , ağzına kadar dolu
tuktuklar, okula giden bisikletli kız grupları bu iki saatlik yolun kolay
geçmesini sağlıyor. Mutlaka otobüsün şoförüne Hint müziği çalmasını önerin. Bir süre sonra kendinizi hafif tempo tutarken bulacaksınız.
Yol üstünde
bu kadar renkli tapınak, heykel arasında bile Auroville’in
altın renkli kubbesinden söz eder çoğu insan. Ana yoldan 10 dakika icerdeki bu modern meditasyon merkezi 60li yıllarda kurulmuş. 126 ülkenin toprağı getirilmiş törenle
bir kenara konmuş. O tarihlerde
Türkiye’deki insanların oraya buraya barış ve huzur adına toprak gönderecek
halleri olmadığı için Türkiye’den toprak yok.
Çok bakımlı bahçelerin
ortasında 36 metre çapında 1400 adet küçük çemberlerden
oluşan devasa tenis
topuna benzeyen yapıya ancak uzaktan bakabiliyorsunuz. Temiz yemekhanesinde oturabilir, kendi ürünlerini sattıkları dükkanından
alış veriş edebilirsiniz. Ama bu görkemli yapıya ancak ‘burayı ciddiye alanlar
’ girebilir. Bahçenin giriş
kapısının yanındaki kocaman ağaca asılı hafif bir esinti ile bile dingin ses çıkartan
metal boruların altında dinlenin
biraz. Daha sonra el yapımı sabunlar,
beyaz elbiseler, güzel kokular almak için üç büyük dükkanı ziyaret edebilirsiniz.
Pondicherry ise başka bir alem. Hava her zaman
sıcak. Deniz kenarından ağır ağır
şehrin içine yol alırken sanki
pastel renkli eski bir film dekoruna adım atıyorsunuz. Ortalık sakin. Çoğu yapılar iki katlı, Fransız
egemenliği zamanından kalmış, sokaklar başını beyaz pembe çiçeklerin ağırlığı
ile eğmiş begonvillerle kaplanmış. Ayağını sürüyerek başının üstünde sepetle
çiçek taşıyan, sarisini ucunu beline tikistirmis kadınlar, bir iki tuk tuk, sakin sakin
eşelenen horozlar ‘iyi ki buraya geldik’ dedirtir, hafiften mutluluk gelir sizi
bulur. L'Orient Otelinde öğle
yemeği bu hayal dünyasını
sürdürür. Eski bir Fransız evi restore edilmiş, avluda o zamanların masaları,
sandalyeleri ile kocaman yapraklı ağaçların serinliğinde ızgara et ve sebze,
yanında bol buzlu yeşil limonata yemek saatini biraz daha uzatma tehlikesini
arttırıyor. Yerel kırmızı şaraplar güzel ve fiatı daha sonra sizi pişman
etmiyecek kadar uygun. Saat 4 de
kadar bu ortamda Jaz dinliyerek, Edith Piaf şarkılarını
hatırlıyarak huzur bulun. Saat 4.00 de Pondicherry'nin en gözde
kadını kocaman Fil Laxmi’yi görmeye gidin. Küçük bir sokak arasındaki
curcunalı tapınak önünde Laxmi’cik vereceğiniz otu yemek için hortumunu
uzatır. Karşı taraftaki dükkandan bir demet ot bizim paramızla 25 kuruş. 25 kuruşa başınıza zarifçe
dokunur ve sizi kutsar. Daha sonra ana caddedeki bu kasaba irisinin
tek müzesini görmemezlik etmeyin. Müze bekçisi orta yaşlı teyzelerin oturup
dünya ahvalini konuştukları bu
küçücük binada görebileceğiniz en
güzel bronz heykel koleksiyonu var. Tozlu camekan arkasında tanrı Shiva dört kolu ile evrenin
ortasında dans eder. Gözler bir tek kendinin duyduğu müzik ile ağırlaşmış, parmaklar kıvrılmış, başını yana eğmiş davulların ritmine uymayı bekler.
Pondicherry'de yemek ve tapınak gördükten sonra zaten başka bir şey yapmaya haliniz
kalmıyacaktır. Bir iki ipek şal, boncuklu çanta, cam bilezik alışverişi ile geceye hazırsınızdır. Gece, kumsal ata binmeye gelenler, tüfekle balon nişancıları, haşlanmış mısır, patlamış
pirinç, soğan ve domatesten oluşan kağıt tabaklarda hapır hupur yenen abur
cubura koşan çoluk çocuk insanlarla dolar.
Siz siz olun uzun bardaklarda turunç suyu için
otelinizin bahçesinde. Düzenlenen Hint dans gösterilerini izleyin,ışıl ışıl gökyüzüne bakın,
Küçük Ayıyı, Kutup Yıldınızı görmeye çalışın, iyi dinlenin çünkü bir
sonraki gün Mamallapuram
açık hava müzesini ve tanrının
elinde tuttuğu yağ topağini, gölgesinde korkuyla oturacağınız o heybetli kayayı görmeye gideceksiniz.