Thursday, May 30, 2013

Chennai, Pondicherry


Tapınaklar şehri Chennai bir tarafını Bengal körfezine vermiş, sakin denizin serin meltemi ile kumları savrularak  güneşleniyor.  Tanrıların en yavuzu, erkek güzeli Krishna ve  en iyi arkadaşı Arjuna’nın maceraları her an karşınıza çıkıyor burda. 
Hint efsanesi Bagwad Gita'da anlatılan her öykü  şehrin tapınaklarına yansımış.  En büyük tapınak eski şehrin göbeğinde Parthasarathy   yüksek kuleleri ile çok uzaklardan bile gözünüze çarpıyor. Hani 'Hindistan’a gidilince mutlaka Taj Mahal görülmeli' derler ya, bu tapınak da Güney Doğu da görülmesi gerekenlerden biri. Kulelerin her biri tanrıların savaşları,  maceraları, aşk hikayeleri ile dolu. Her biri mermerden değil, taştan oyulmuş, ve renkahenk boyanmış. Mutlaka rehberle gezmeniz gerekiyor. Eğer rehbersiz dolaşırsanız,  Efes harabelerini  yarım saatte dolaşmış gibi olursunuz, size pek bir şey ifade etmez. Ama tapınak istemiyorsanız Chennai alış veriş için kısa bir durak olarak da işinizi görür. Palmiye yapraği üstüne cizilmis hikaye panolari,  ipek şallar, deve derisinden şıpıdık terlikler üçer beşer alınmalıHindistan’ın başka şehirlerinde olduğu gibi alabildiğine pazarlık etmeniz gerekmiyor burda. üstelik  Chennai et yemez Hindistan’da iyi bir fırsat. Restoranlarda buralarda Müslümanlar tarafından sıkça kullanılan keçi eti de bulmak mümkün, dana eti de. Madras körisi ile pişmiş yemeklerin en lezzetli örneklerinden tıka basa yiyebilirsiniz, aman dikkat, acısı boldur, cacığa benzeyen, yemek arasında ağzını ferahlatmak için kaşıklıyacağınız  'raita'larda bile  kızarmış bir adet kırmızı biber bir uyarı gibi size bakar.  Yemeğin yanında mangolu ayran biraz kendinize getirir sizi.  Sabahları mutlaka Hint krepi Dosa yiyin. Bu incecik krep sade de yenebilir, yanında kırmızı sos 'sambar' ve hindistan cevizi ezmesi ile de.  Zencefilli  hint çayıni unutmayin. Chennai’ye iki saat uzaklıktaki Pondicherry'e,  şu son zamanlarda çok beğenilen 'Pi'nin Hayatı'  filminin geçtiği  kasabaya kadar bu kahvaltı ağzınızın tadını korur.

 Yol boyunca irili ufaklı tapınaklar o kadar çok ki  ‘Aa! burda da bir tane daha var’ diye bakmaktan vazgeçeceğiniz sıradan bir görüntü oluyor sanki renkli tapınak binalari. Kocaman mavi kırmızı boynuzlu mandalar, renkli türbanlı amcalar, ışıl ışıl sarili mango satan teyzeler, trafiğin korkunçluğu, süslü boyalı kamyonlar , ağzına kadar dolu tuktuklar, okula giden bisikletli kız grupları bu iki saatlik yolun kolay geçmesini sağlıyor. Mutlaka otobüsün şoförüne Hint müziği çalmasını önerin.  Bir süre sonra kendinizi hafif tempo tutarken bulacaksınız.
 


Yol üstünde  bu kadar renkli tapınak, heykel arasında  bile  Auroville’in altın renkli kubbesinden söz eder çoğu insan.  Ana yoldan 10 dakika icerdeki  bu modern meditasyon merkezi 60li yıllarda kurulmuş. 126 ülkenin toprağı getirilmiş törenle bir kenara konmuş. O tarihlerde Türkiye’deki insanların oraya buraya barış ve huzur adına toprak gönderecek halleri olmadığı için Türkiye’den toprak yok.
Çok bakımlı bahçelerin ortasında  36 metre çapında    1400 adet küçük çemberlerden oluşan    devasa tenis topuna benzeyen yapıya ancak uzaktan bakabiliyorsunuz. Temiz  yemekhanesinde oturabilir,  kendi ürünlerini sattıkları dükkanından alış veriş edebilirsiniz. Ama bu görkemli yapıya ancak ‘burayı ciddiye alanlar ’ girebilir.  Bahçenin giriş kapısının yanındaki kocaman ağaca asılı hafif bir esinti ile bile dingin ses çıkartan metal boruların  altında dinlenin biraz. Daha sonra el yapımı sabunlar,  beyaz elbiseler, güzel kokular almak için üç büyük dükkanı ziyaret edebilirsiniz.

Pondicherry ise başka bir alem. Hava her zaman sıcak.  Deniz kenarından ağır ağır şehrin içine yol alırken  sanki pastel renkli eski bir film dekoruna adım atıyorsunuz. Ortalık sakin.  Çoğu yapılar iki katlı, Fransız egemenliği zamanından kalmış, sokaklar başını beyaz pembe çiçeklerin ağırlığı ile eğmiş begonvillerle kaplanmış. Ayağını sürüyerek başının üstünde sepetle çiçek taşıyan, sarisini ucunu  beline tikistirmis  kadınlar, bir iki tuk tuk, sakin sakin eşelenen horozlar ‘iyi ki buraya geldik’ dedirtir, hafiften mutluluk gelir sizi bulur.    L'Orient Otelinde öğle yemeği  bu hayal dünyasını sürdürür.  Eski bir  Fransız evi restore edilmiş,  avluda o zamanların masaları, sandalyeleri ile kocaman yapraklı ağaçların serinliğinde ızgara et ve sebze, yanında bol buzlu yeşil limonata yemek saatini biraz daha uzatma tehlikesini arttırıyor. Yerel kırmızı şaraplar güzel ve fiatı daha sonra sizi pişman etmiyecek kadar uygun.  Saat 4 de kadar bu ortamda Jaz dinliyerek, Edith Piaf şarkılarını hatırlıyarak  huzur bulun. Saat 4.00 de Pondicherry'nin en gözde kadını kocaman Fil Laxmi’yi görmeye gidin. Küçük bir sokak arasındaki curcunalı tapınak önünde Laxmi’cik vereceğiniz otu yemek için hortumunu uzatır. Karşı taraftaki dükkandan bir demet ot bizim paramızla 25 kuruş. 25 kuruşa başınıza zarifçe dokunur ve sizi kutsar. Daha sonra ana caddedeki bu kasaba irisinin tek müzesini görmemezlik etmeyin. Müze bekçisi orta yaşlı teyzelerin oturup dünya ahvalini konuştukları  bu küçücük binada  görebileceğiniz en güzel bronz heykel koleksiyonu var. Tozlu camekan arkasında  tanrı Shiva dört kolu ile evrenin ortasında dans eder. Gözler bir tek kendinin duyduğu müzik ile ağırlaşmış,  parmaklar kıvrılmış, başını  yana eğmiş davulların ritmine uymayı bekler.

Pondicherry'de   yemek ve tapınak gördükten sonra zaten başka bir şey yapmaya haliniz kalmıyacaktır. Bir iki ipek şal,  boncuklu çanta, cam bilezik alışverişi ile geceye hazırsınızdır. Gece, kumsal ata binmeye gelenler, tüfekle balon nişancıları, haşlanmış mısır,  patlamış pirinç, soğan ve domatesten oluşan kağıt tabaklarda hapır hupur yenen abur cubura  koşan çoluk çocuk insanlarla  dolar.

Siz siz olun uzun bardaklarda turunç suyu için otelinizin bahçesinde. Düzenlenen Hint dans gösterilerini izleyin,ışıl ışıl gökyüzüne bakın,  Küçük Ayıyı, Kutup Yıldınızı görmeye çalışın, iyi dinlenin çünkü bir sonraki gün   Mamallapuram açık hava müzesini ve tanrının elinde tuttuğu yağ topağini, gölgesinde korkuyla oturacağınız o heybetli kayayı görmeye gideceksiniz.

Sunday, May 26, 2013

25 Mayis Dolunay kutlamasi


Belliydi böyle olacağı. 20 kusur günden beri yavaş yavaş hazırlanıyordu. Önce ince zarif bir hilal olarak yerini aldı bulutsuz sakin gökyüzünde, sonra kocaman siz deyin tepsi ben diyeyim tekerlek, hintliler desin yuvarlak ekmek capati gibi denizin üstünde asılı kaldı uzun süre.   Cumartesi günü Hintliler uyanır uyanmaz güneş tanrısı Sürya ya dönüp sabah dualarını ettiler, saksıdaki fesleğene su verdiler. Bütün gün sadece meyve yiyerek oruç tuttular.   Muson yağmurlarından önceki dayanılmaz sıcak biraz azalıp akşamın ılık deniz rüzgarı esmeye başlayınca, sadece sebze ve pilavdan oluşan aile yemeğini yediler ve yavaş yavaş yola çıktılar.
Mumbai halkının deniz ile anlaşılmaz bir ilişkisi var.   Arap denizi şehrin sol tarafını  kumlu sahillerle  boylu boyunca izlemesine rağmen, boş zamanlarında deniz kenarına gitmeyi çok seven halk balıkçılığı pek sevmiyor. Bir iki küçük tekne olur olmaz saatlerde pıt ,pıt motor sesleri ile rengini yitirmiş sularda bir bu tarafa bir su tarafa yol alıyor. Sahildeki mısır kocanı kemiren, uçan maymun balonları çekiştiren   çocuklar, sari köşelerini gözlerinin üstüne kadar çeken anneler, sıcak kumlara çömelen teyzeler,  acı yaprak çiğneyen ve kıpkırmız tüküren babalar bir günü daha kazasız belası bitirmenin ferahlığı ile kıyıya vuran dalgalara, kriket oynanan delikanlılara bakarlar, ya da dizlerine kadar suya girerler, çığlıklar atarak dalgalardan kaçarlar. Çoğu yüzme bilmez.
Bu  sefer ki dolunayın hikayesi önemli.  Hem Buddha’nın doğum günü, hem de tanrılardan birinin kaplumbağa şekline girerek bir dağın okyanusa gömülmesini önlediği tarih.   Mumbai pek Buddhist değil ama  çok hoşgörülü. Tanrıların yeniden doğuşu  saydıkları Budhanın doğum gününü kutlamağı da vazife sayıyorlar.
Hindistan’da neyi kutlarlarsa kutlasınlar mutlaka kavunici renkli kasımpati çiçekleri ile süsleme yaparlar. Eğer Dadar çiçek pazarına sabahın köründe giderseniz kamyonlar dolusu kasımpatıları acı kokuları ile çuvallarla alan, satan tüccar topluluğunu  görebilirsiniz. Kasımpatiların arasında beyaz leylaklar, cennet çiçekleri, güller, ve ille de baygın kokulu yaseminler iplere dizilmek üzere alıcı bekler.  Bütün gün tapınak içlerinde, sokak köşelerinde harıl harıl saçlara takılmak, tanrılara sunmak için küçük demetler yapar kadınlar kızlar.
Dolunay ayini için sadece kasımpatı   yeterli değil. Kurumuş,  yeşili kaçmış ,kararmış hindistan cevizi  de sunmak lazım tabii ki, Bir küçük tepsiye  biraz pirinç  fidesi, biraz şeker, sandal ağacı tozu, kafuru koyup   şimdi  VanGogh  tablolarındaki kadar lacivert,  bir o kadar da ebruli gökyüzünde kocaman yükselen dolunaya  karşı bir iki dua okuyup denize bırakırlar.  Bu küçük çaplı bir kutlama. Ağustos sonundaki fil başlı tanrı kutlaması gibi bütün Mumbai halkını sahile sürüklemese de bugün gece   sahilde denizde küçük ayinler sürer.
Hava sıcak., gece hafif deniz esintisi bile bu sıcağı azaltmaya yetmiyor. Eğer bu deniz kenarı ayinini görmek isterseniz  J.W Mariott Otelinin  sol tarafındaki kulübelerden ekmek arası patates köftesi,  acılı nohutlu pilav,   kıtır            toplu leziz püri pani  yiyerek, renkli buz dondurmaları kemirerek dolaşabilirisiniz sahilde. Ama daha rahat bir yer isterseniz uzun serin bardaklarda alkolsüz moktailler içerek, gün boyu gezdiğiniz tapınaklar, aldığınız bilezikler, sallar üstüne konuşarak serinliyebilceğiz  en uygun yer, sahil kenarındaki otel bahçeleridir.  Dışarda curcuna devam ederken Hindistan’ın daha önce gördüğünüz yerlerden nasıl farklı , nasıl inanılmaz olduğunu paylaşarak, bir sonraki günün planlarını değerlendirerek geçirebilirsiniz akşamınızı.    Biraz soluklandıktan sonra yakınlardaki Hare Krishna tapınağına gidip  gece ayinini izlemek  gecenizi bitirmek için  uygun plandır.
Bu deniz kenarı ayini Pazar gecesi de devam eder. İnsanlar yorgun, uyuya kalan çocuklarını omuzlarında taşıyarak, yanıp sönen oyuncaklarla, ayakları kumlu, sarileri en ışıltılı kıvrımları ile tuktuklara biner evlerine yollanırlar.  Dolunay denize rengini vererek batar. Siz Pazartesi sabahı bu yazıyı okurken deniz hindistan cevisi artıklarını yuvarlayarak  sahile geri bırakır. Sarı çiçekler dizi halinde kumların üstüne serilmiştir.  Bir iki tanrı heykelciği  teki kalmış şıpıdık terlikler, dua kandilleri ile  güneşi karşılar.  Mumbai   sahilleri 23 Haziran’daki  daki daha büyük dolunay törenine kadar sizi bekler.   Türkiye den THY ile  sadece 6 saat uzaklıktaki  bu güzelliği sakın kaçırmayın.


Tuesday, May 14, 2013

bu Pazar


7 yasından beri ‘annem, ablam, ben’den oluşuruz biz.  Küçük bir atom çekirdeği aileyedik .  Üçümüz sokağa çıkma yasası olduğu günlerde yollarda kalmıstık, yine üçümüz Bayram ziyaretlerine giderdik. Şimdiki gibi hazır giyim olmadığı için annem dikerdi elbiselerimizi,  pantolonlarımızı. Çarşamba günü  serbest kıyafet günlerinde şık şıkırdım giderdik okula.  Küçüktük, annemizin elinden tutar tiyatrolara giderdik onun okulu ile. Küçük Tiyatro’da  yakası kırmızı karanfilli koca göbekli kapı görevlisi her seferinde ‘bunlar küçük çocuk’ diye almak istemezdi bizi. Her seferinde annem tiyatro müdürüne çıkar ‘bunlar eğitimli çocuklar, tiyatroyu çok severler; hiç ses çıkartmazlar’ diye bizi ortaya sürerdi. Biraz mahçup ( hekes bize bakıyor) biraz gururlu ( tiyatoya gideriz biz hep)  güzel elbiselerimiz ve rugan ayakkabılarımızla Anafartalar Lisesi kızları ile müdür beyin ‘tamam geçin ama bu son Eminanım’ı ile salonda yerimizi alır, yavaş yavaş sönen ışıklarla perde açılma hışırtısını beklerdik.
Her Pazar sabahı bizden önce kalkıp Büyük Sinema’ya bilet almaya giderdi. Doktor Jivago’nun otobüs peşinden Lara’ya bağırarak koşmasını gözlerimiz dolarak birlikte izlemiştik.  Sinemadan çıkınca yollar karla kaplıydı Rusya’daki gibi. Lapa lapa yağan Ankara karında tutuna tutuna, kaya kaya evimize  gülüşerek yürümüştük.  Mehmed Ali Erbil’in  ilk oyunu Küheylan’ı birlikte görmüştük, at kuklaların ne kadar büyük ve güzel olduğuna şaşarak. Bizi Kurtuluş Parkına götürürdü küçükken. Hiç sevmediğim, kalabalık, çoluk çocuk dolu parkta kitaplarımızla gider tarih çalışırdık (güya) ablamla  ben. Daha sonraları Kitty karnımda iken sabah yürüyüşüne gittik oraya.  Hatırladığım gibi değildi. Kol kola girip iki yana yalpalıyarak yürüdük her sabah. O biraz  yorgun, ben biraz hamile. Üniversitedeyken Beytepe otobüsünden inip, kestirmeden geçtiğim yollardı bunlar. Nikah dairesi ilanları yapıştırılmış  eskiden slogan dolu duvarlara.  Slogan zamanlarında birlikte beklemistik sabah çalınacak kapıları. İki ayrı odada, iki ayrı uyuyamayan anne ve kız. ‘Geçen gece Kitty partiden gece 12.00 de döndü’ diyorum, ‘bekledin mi pencere de’ diyor, gülüşüyoruz. O kötü dönemlerde pencerede beklediği söyler hep.  Ben beklemedim pencerede, mesaj attim beş dakikada bir.

Evinde kocaman bir sandığı vardır gençliğinden beri yanından ayırmadığı, sandığın alt gözünde  çok eksiden kalan kırmızı rujunun yanında hala gizemini koruyan   nota düdüğü vardır.  Gece siyahı, dokunması hoş, iki tarafında dört deliği olan nota düdüğü. Her deliğinden ayrı boğuklukta ses çıkar üfleyince ve annem mucizevi bir şekilde bu seslerin hangi notaya ait oldukları ve mandolinin hangi telinin ne kadar gevşek olduğunu bilirdi hemen.  Çok nadir şarkı söylerdi.  Öyle herkesin annesi gibi ‘lay lay lom’lu değil,  başını  yana eğer, sesini inceltip eğitimli opera şarkıcısı tonu ile söylerdi. Bana hiç geçmemiş şarkı söyleme yeteneği,  hayatımı kurtarmak için bile bir şarkı sözü bilemem, iyi bir ses çıkaramam. Ama tiyatro önlerinde kapıcı ile kavga etme huyu geçmiş.   Ona buna baş kaldırma, haksızlığa dayanama ve öğretmenliği ruhuma iyice işlemiş. Gördüğü her yerde sigara içenlere karışır, sokakta ağlıyan çocuklara çantasında her zaman bulundurduğu şekerlerden birini verir.  Ben Hindistan’da bile kavga eden sokak çocuklarını ayırıyorum.


Biz küçükken ablamla bana çok güzel yemekler yapardı yılbaşında. İçi pilavla doldurulmuş ayakları beyaz fırfırlara  süslü hindiler, perde pilavları, rulo pastalar.  Kitty’ye rulo pasta deyince ‘şeftalili, ananemin ki  gibi mi?’ diyor. Benim rulo pastam rulo olamıyor bir türlü.  Nick hasta olduğu zaman hala ‘ananenin mercimek çorbası’nı ister, biz Ankara’ya gidince çorba hazırdır, uçaktan gelir gelmez, saat kaçta olursa olsun içimiz ısınır, Türkiye’ye gelmenin en güzel yanıdır.


Yıllar önce  ben Amerika’ya gideceğim diye tutturunca Büyük Dünya Atlasında Kaliforniya’nın dünyanın öbür ucu oldunu  görünce ki  telaşını hatırlıyorum.     Aynı Atlasda Hong Kong’u bulduk birlikte daha sonra. Nick’le gideceğim için hiç sesini çıkarmadı  bu sefer.  Kalktı geldi benim yanıma o soğuk ve sevimsiz Huddersfield’e Kitty için. Üç ay geceleri nöbet tuttuk kızımızın  basında.  O zamanlar  Skype falan yok, Türk televizyonu yok,  kütüphaneden Türkçe kitap bulduk , Ramazan'da  Pakistan’lı dönerciden hurma ile açtık orucunu.  Kitty 14 yasında şimdi.  Annem en çok onu özler,  sesi bile değişir Kitty ile konuşurken.  El işlerine yatkınlığını annemden almış,  Kitty. Çalışkanlığını da. Bir arada olduklarında benim çocukluk yaramazlıklarımı konuşurlar bazen. Kitty ‘annesinin yaramaz olabileceğini hayal edemez’miş.  ‘Çok anlatma’ diyorum anneme, ‘beni masum bilsin kızım’.

Bu sene de anneler gününde orda değildik. Ama olsun; ablam vardı annemin yanında, simit yemişler sabah kahvaltısında. Mutfakta fotoğraf çektirmişler. İkisi yan yana mutlu, masa dolu, keyifler yerinde. Biraz sonra biz telefon ettik, gülüştük, konuştuk, anneler günü muhabbeti ettik.  Bir daha ki seneye mutlaka orda oluruz dedik.

Ne yapalım, uzakta olunca bu kadar kutlanıyor anneler günü.  Herkesin  de annesin günü de kutlu olsun, telefonlar edilsin, çiçekler gönderilsin.



Tuesday, May 7, 2013

Bir tapinak daha, bir kutlama daha


Hindistan’a festivaller ülkesi denmesinde hiç bir yalan yoktur gerçekten.  Mumbai’de nerdeyse her gün binlerce tanrıdan birinin önemli bir günü karşınıza çıkar. Bir gün su bulmak için ok atar  bir tanrı, o gün kulları tarafından kutlanılır, öbür gün başka bir tanrının doğum günüdür,  tanrıçanın köye geldiği gündür, dağı eliyle kaldırdığı, kötü devi yendiği, evlendiği, yani kulların kutlama yapması için her gün bir neden vardır nerdeyse.   Tanrılar tapınaklarda sakin sakin kullarını izlerken , yollar sokaklar bayraklarla,  kavunici çiçekler, güzel kokular, tütsü, sandal ağacı tozu, küçük kandiller, yasemin dizileri, gonca muz çiçekleri ile donanır. Tuktuk sesleri, açık hava çamaşırhanesine bohça bohça yıkanacak giysi götüren bisikletli  dhobiwallalar, bıçak bileciyileri, pamuk atıcıları, Jaguar arabalar,  sepet içinde çok lezzetli küçük kıtır toplarla satılan pani puriler , ekmek arası bol acılı patates köfteleri,  baygın kokusuna inanamıyacağınız francipanı ağaçları, tapınaklardan yankılanan irili ufaklı çan sesleri, beyaz minareli, mavi çini işlemeli duvarlı camilerden uzun eteklerini toparlayarak yürüyen insanlara karışır, sıcağa alışkın Mumbai tozlu, kirli mavi, bulutsuz gökyüzü ile  festival dolu hayatına gümbür gümbür devam eder.

Fil başlı tanrının denize indirilmesi, uçurtma bayramı, boya festivali gibi büyük ve gürültülü festivallerin arasına sıkışmış, dini hikayelere göre  çok önemli, turistlerden uzak sadece bu ülkede yaşayanların bildiği  kaçılrilmaması gereken bazı festivaller de vardır. Bunlardan biri  Jain dininin kurucularından   Mahavir‘in doğum günüdür.  Dini günler ayın  durumuna göre belirlendiği için her yıl değişen gün bu yıl Nisan  ayının sonuna  rast geldi ve  baştan aşağı beyaz mermerden yapılmış Jain tapınaklarında kutlandı.

O gün için özel alınan en yeni  ve en temiz harmanilerini giydiler inananlar.  Hiç bir canlıya zarar vermemeleri için çıplak ayakla ve ağızlarına  mendil kapatarak sabah erkenden tapınakların mermer serinliğine ulaştılar.   Güney Bombay, Malabar Hill’deki  turistlere alışkın tapınak her yıl bu toren için dolar taşar.  Kuzey’de daha sakin, daha alçak gönüllü Vile Parlede’ki tapınak bir hafta öncesinden güzel kokulu sularla yıkandı, ziyaretçilere hazırlandı. Tapınağın girişinde büyük yuvarlak basalt taşların üstünde sandal ağacı öğütülüp, gül suyu katılarak   alınlara sürülecek sarı macun yapıldı.  Eger çekinip  iceri girmezseniz sokağın köşesinden çıplak ayaklı, harmanili, ellerinde küçük  çantalarla pirinç taşıyarak tapınağa giren çıkan teyzelere, amcalara  bakakalırsınız.  Yakılan tutsülerle  ince bir sis perdesi  arkasından bakarsınız hayata;  hava öğütülen sandal ağacı, gül suyu ve yasemin kokar, giremediğiniz tapınaktan insanların dokunduğu  çan sesleri  uzak dualara, davul seslerine  karışır.  İçerde mermer kakmalı  salonda inananlar   kısa ayaklı masalarda bir torba pirinçle  geometrik şekiller,  dört noktalı gamalı haçlar çizerler. 
Duvarlara asılmış tesbihler Mahavir’in  rahat, sakin, derin düşünce ile ağırlaşmış badem gözlerinde huzur bularak her boncuğuna dokuz dua okunarak çekilir. Tapınağın üçüncü kat balkonundan aşağıdaki insan seline  bakmaktan duvarların mermer işçiliğine, tavandaki göbekli kristal avizeye bakmayı unutur insanlar . Siz oraya buraya bakına durun yaşlı teyzeler bileğinize kırmızı ipe bağlanmış küçük dua sözcükleri sarar, mutlaka yemeğe de kalmanız için ısrar eder.

Törenden sonra  kazanlarla pişen  ücretsiz yemek dağıtılır. Jainler et yemezler tabii ki ve soğan, sarımsak, zencefil, yani toprağın altında yetişen hiç bir şeye te itibar etmezler.  Belkide hep birlikte yendiği için pilav ve dört beş çeşit sebze yemeği  çok lezzetlidir.  Yemek bitirilip tapınağın serinliğinden  dışarı  çıkanları Mumbai  tozu, gürültüsü, karmaşası, yapış yapış sıcağı ile kucaklar.  Karınları tok, sırtları pek arabalarına binip her günkü  sakin, kavgadan, karmaşadan  uzak hayatlarına devam ederler Jain’ler.

İnanmıyacaksınız ama  tanrı Ram’ın doğum günü de aşağı yukarı aynı tarihlerde.  Kavunici çiçekler, leylaklar, beyaz güller sepet sepet tapınaklara taşınır.   Tapınak  göl haline getirilir,  Ram ve eşi Sita sandalla gezmeye çıkarlar.  Siz siz olun bu kutlamayı da kaçırmayın.