Dün kızım bir haftalık okul gezisi için
yola çıktı. Kuzeyde adını daha önce hiç duymadığım bir yere gece treni sonrada
8 saatlik otobüs yolculuğu ile gitti. Türkiye’de Varan, Ulusoy rahatlığı ile İstanbul Ankara’ya izin vermeyen
babası izin verdi, o da oynaya zıplaya bindi gitti. Evimiz genç kız müziği, mis
gibi şampuan kokuları, çukulata ve dondurma kaplarının izi ile kala
kaldı. Bizde kalktık buranın en yüksek otellerinden birinin
en yüksek terasında gün batımı içkisi içmeye bir partiye gittik. Hava o kadar
kirli ki güneş daha ufka yaklaşmadan boğuk, puslu, bulanık gökyüzünde kayboldu. Gün batımı romantizimi falan görmedik. Gece oldu, İstanbul kadar
deniz trafiği olmadığı için
deniz karardı ve manzara bitti. Sokakların, denizin pis kokusu terasa kadar
gelemediği için nerde olduğumuzun farkında olmadan aşağıdaki gecekonduları, yoksulluğu, başka ülkelerdeki Ekim sonu
hırkalarını, kurban
bayramını, özlediklerimizi,
özlemediklerimizi konuşarak abuk subuk kokteyler içtik. Karpuz suyu, fesleyen, votka ve limon suyu
ile sarhoş olunmayacağını da
keşfettik bu arada. Aklımın yüzde 80i Kitty ile birlikte ‘acaba her şeyi söyledim mi? trende kimse ile konuşma, tuvalate iki
kişi gidin, kimsenin verdiği bir şeyi yeme’ dedim mi yeteri kadar diye kendi kendime konuştum. Geri kalan
yüzde 20 telefon sesini dinledi, bilmem kaç kere ‘mesaj gelmiş mi, okul aramış
mı’ diye baktım. Hayır aramamışlar, mesaj da gelmemiş, demek ki her şey
yolunda.
Sabah erkenden kalkıp çay, gazete, radyo
üçlüsü ile güne başladım. Karşı balkonda yeşil papağanlar çoktan çığrişmaya başlamışlar bile.
Benim balkonuma da gelsinler istiyorum, hu çeken kumrular ‘olmaz öyle şey’
diyorlar, ‘burda biz varız’.
Aşağıda çöpçü çan çalıyor, kavalci kaval. Seyyar
tapınakçı ineği ile günnük ağacı tütsüsü yakmış iç parçalayan cızırtılı Hamiyet Yüceses sesi ile ilahiler
okuyor. Her sabah havlayan
köpek bu sabah ta havliyor,
Nick uykuda, Mumbai de hayat sıradan, sıcak mı sıcak bir Pazar sabahı
rutubeti ile saat 9.00a
yollanıyor.
Yola çıkma zamanı. Şehrin güneyindeki en
eski tapınaklardan birine gitmek nerdeyse bir saatimi aliyor. Bu tapınak
Shiva’nın olgun ve kaytan bıyıklı halini gösteren bir tapınak, her yer yüzyılların rengini
deşitirdiği biraz sararmış beyaz mermerlerle döşenmiş, girişte semiz, temiz
kara mı kara bir güzel inek oturmuş gelene geçene bakıyor; sahibinden biraz ot
alıp besliyoruz onu. ‘Ne şanslışın inek’ diyorum, kuyruk sallıyor bana. Bu tapınağın ayini biraz değişik.
Shiva’nın sevdiği ağaç meyveleri konuyor küçük sepete, lotus çiçeği, kasımpatilar, kırmızı
güller, ve küçük şişelerde bir sürü sıvı. Merdivenlerden yukarı çıkarken küle bulanmış, saçları bellerine kadar
uzun, hiç taranmamış, şöyle bir çar çaput beze sarınmış adamlar ateş yakıp dua
ediyorlar. Duvarlar Shiva hikayalerini gösteren resimlerle çevrilmiş. Onlar bize aldırmıyor, biz de onlara.
Bir hırka bir lokma ile yaşamaya alışmışlar, eğer yemek verirsen alıyor, vermezsen
kusuruna bakmıyorlar.
Tapınağa yaklaşırken el ile çalınan davul sesi adım adım yönlendiriyor bizi. Ortada Shiva’nın en soyut hali, dokunulmaktan, tapınılmaktan cilalanmış kara taş bütün görkemi ile duruyor. Bal, kül, yağ, günnük ağacı tozu, inek idrarı ile yıkanıyor, tek davul tok sesi ile yani başımızda. Kenarda Shiva hanımı ve oğlu ile oturuyor, çok güzel pırıltılı örtülere sarınmışlar. Tapınağın mermer işçiliği hem İngiliz egemenlik izlerini taşıyor hem de Roma tarzını. Tanrıların kanatları melek kanatları gibi, kolyelerinde Kraliçe Victoria’nın resmi var.
Tapınağa yaklaşırken el ile çalınan davul sesi adım adım yönlendiriyor bizi. Ortada Shiva’nın en soyut hali, dokunulmaktan, tapınılmaktan cilalanmış kara taş bütün görkemi ile duruyor. Bal, kül, yağ, günnük ağacı tozu, inek idrarı ile yıkanıyor, tek davul tok sesi ile yani başımızda. Kenarda Shiva hanımı ve oğlu ile oturuyor, çok güzel pırıltılı örtülere sarınmışlar. Tapınağın mermer işçiliği hem İngiliz egemenlik izlerini taşıyor hem de Roma tarzını. Tanrıların kanatları melek kanatları gibi, kolyelerinde Kraliçe Victoria’nın resmi var.
Tanrılardan kültür egemenliğine,
çocuklardan yemek tarifine kadar herşeyden konuşarak tapınağı bitiriyoruz, arkadaşımın annesine çay içmeye
misafirliğe gidiyoruz. Herkesin
annesi Pazar günü nasılsa onun annesi de öyle. Bize sütlü, zencefilli Masala çayı ikram ediyor,
her anne gibi herşeyi soruyor bana. Kaç çocuğum var, annem kaç yaşında, ne
yerim ne içerim, Türk baklavası en güzel şey, mutlaka yemeğe kalmalıyım;
arkadaşım bu arada gözlerini döndürüyor artık gitme zamanı.
Eve geldiğimde Nick Pazar televizyonu
başında zaman öldürecek bir
şey seyretmeye çalışıyor. ‘Bunu da
seyretmiyceğiz, bunu hiç, bunu asla’ diye Kardashian’ların hayatından yemek programlarına, abuk subuk
Amerikan dizilerine kadar her şeyi reddedip sahile yürümeğe gidiyoruz. Bu büyük bir hayal kırıklığı tabii
ki. Hava Ağustos ayında İzmir’den
daha sıcak, Haliç’in en eski halinden daha kötü kokulu. Geçen günkü festival artığı heykeller
deniz suyu ile erimiş, biraz korkunç hale gelmiş. Kumların arasından küçük bir el, yüzü parçalanmış tanrıçalar ayaklarıma takılıyor- çok hoş bir sahil
gezintisi değil.
Ötelerde bir yerde küçük bir İtalyan lokantasında bir şeyler yiyoruz, Klimada oturmak dışarı ile ilişkimizi kesiyor, alışılagelmiş batı müziği ile ordan burdan konuşurken nerde olduğumuzu unutuveriyoruz. Akşam oluyor yavaş yavaş, dışarısı hala sıcak, hala bunaltıcı. Eve gitmek lazım birazdan, pazardan ıspanak, salatalık, ve limon alınacak, fırından ekmek, tavukçudan yumurta. Bütün gün inekle konuşurken, Shiva’yı yıkarken, çay içerken, francipani çiçeklerinin kokusunda karşıdan karşıya geçerken aklımın yüzde sekseni telefonumdaymış meğersem, kızımdan haber beklermişim, saat kaçta okula varacaklarını hesaplarmışım; sıcak mıcak değilmiş beni rahatsız eden. Eve gelip telefon ediyoruz, iyilermiş, varmışlar, yorgunlarmış. Aklımın yüzde 20 si ‘şöyle yap, böyle yap’ dedi. Kendimi tuttum, bir sey demedim.
Ötelerde bir yerde küçük bir İtalyan lokantasında bir şeyler yiyoruz, Klimada oturmak dışarı ile ilişkimizi kesiyor, alışılagelmiş batı müziği ile ordan burdan konuşurken nerde olduğumuzu unutuveriyoruz. Akşam oluyor yavaş yavaş, dışarısı hala sıcak, hala bunaltıcı. Eve gitmek lazım birazdan, pazardan ıspanak, salatalık, ve limon alınacak, fırından ekmek, tavukçudan yumurta. Bütün gün inekle konuşurken, Shiva’yı yıkarken, çay içerken, francipani çiçeklerinin kokusunda karşıdan karşıya geçerken aklımın yüzde sekseni telefonumdaymış meğersem, kızımdan haber beklermişim, saat kaçta okula varacaklarını hesaplarmışım; sıcak mıcak değilmiş beni rahatsız eden. Eve gelip telefon ediyoruz, iyilermiş, varmışlar, yorgunlarmış. Aklımın yüzde 20 si ‘şöyle yap, böyle yap’ dedi. Kendimi tuttum, bir sey demedim.
İşte böyle.