Sunday, October 28, 2012

bu Pazar


Dün kızım bir haftalık okul gezisi için yola çıktı. Kuzeyde adını daha önce hiç duymadığım bir yere gece treni sonrada 8 saatlik otobüs yolculuğu ile gitti. Türkiye’de  Varan, Ulusoy rahatlığı ile İstanbul Ankara’ya izin vermeyen babası izin verdi, o da oynaya zıplaya bindi gitti. Evimiz genç kız müziği, mis gibi şampuan kokuları, çukulata ve dondurma kaplarının izi ile kala kaldı.  Bizde kalktık  buranın en yüksek otellerinden birinin en yüksek terasında gün batımı içkisi içmeye bir partiye gittik. Hava o kadar kirli ki güneş daha ufka yaklaşmadan boğuk, puslu, bulanık  gökyüzünde kayboldu. Gün batımı  romantizimi falan  görmedik. Gece oldu, İstanbul kadar deniz trafiği olmadığı için   deniz karardı ve manzara bitti. Sokakların, denizin pis kokusu terasa kadar gelemediği için nerde olduğumuzun farkında olmadan  aşağıdaki gecekonduları, yoksulluğu,  başka ülkelerdeki Ekim sonu hırkalarını,  kurban bayramını,  özlediklerimizi, özlemediklerimizi konuşarak abuk subuk kokteyler içtik.  Karpuz suyu, fesleyen, votka ve limon suyu ile  sarhoş olunmayacağını da keşfettik bu arada. Aklımın yüzde 80i Kitty ile birlikte ‘acaba  her şeyi söyledim mi?  trende kimse ile konuşma, tuvalate iki kişi gidin, kimsenin verdiği bir şeyi yeme’ dedim mi yeteri kadar diye  kendi kendime konuştum. Geri kalan yüzde 20 telefon sesini dinledi, bilmem kaç kere ‘mesaj gelmiş mi, okul aramış mı’ diye baktım. Hayır aramamışlar, mesaj da gelmemiş, demek ki her şey yolunda.

Sabah erkenden kalkıp çay, gazete, radyo üçlüsü ile güne başladım. Karşı  balkonda yeşil papağanlar çoktan çığrişmaya başlamışlar bile. Benim balkonuma da gelsinler istiyorum, hu çeken kumrular ‘olmaz öyle şey’ diyorlar,  ‘burda biz varız’. Aşağıda  çöpçü  çan çalıyor, kavalci kaval. Seyyar tapınakçı ineği ile günnük ağacı tütsüsü  yakmış iç parçalayan cızırtılı  Hamiyet Yüceses sesi ile ilahiler okuyor.   Her sabah havlayan köpek bu sabah ta havliyor,   Nick uykuda, Mumbai de hayat sıradan, sıcak mı sıcak bir Pazar sabahı rutubeti ile  saat 9.00a yollanıyor.

Yola çıkma zamanı. Şehrin güneyindeki en eski tapınaklardan birine gitmek nerdeyse bir saatimi aliyor. Bu tapınak Shiva’nın olgun ve kaytan bıyıklı halini gösteren bir tapınak,  her yer yüzyılların rengini deşitirdiği biraz sararmış beyaz mermerlerle döşenmiş, girişte semiz, temiz kara mı kara bir güzel inek oturmuş gelene geçene bakıyor; sahibinden biraz ot alıp besliyoruz onu. ‘Ne şanslışın inek’ diyorum, kuyruk sallıyor bana.   Bu tapınağın ayini biraz değişik. Shiva’nın sevdiği ağaç meyveleri konuyor küçük sepete,  lotus çiçeği, kasımpatilar, kırmızı güller, ve küçük şişelerde bir sürü sıvı. Merdivenlerden yukarı çıkarken küle bulanmış, saçları bellerine kadar uzun, hiç taranmamış, şöyle bir çar çaput beze sarınmış adamlar ateş yakıp dua ediyorlar. Duvarlar Shiva hikayalerini gösteren resimlerle çevrilmiş.  Onlar bize aldırmıyor, biz de onlara. Bir hırka bir lokma ile yaşamaya alışmışlar, eğer yemek verirsen alıyor, vermezsen kusuruna bakmıyorlar. 
Tapınağa yaklaşırken el ile çalınan davul sesi adım adım yönlendiriyor bizi. Ortada Shiva’nın en soyut hali, dokunulmaktan, tapınılmaktan cilalanmış  kara taş bütün görkemi ile duruyor.  Bal, kül, yağ,  günnük ağacı tozu, inek idrarı ile yıkanıyor, tek davul tok sesi ile yani başımızda. Kenarda  Shiva  hanımı ve oğlu ile oturuyor, çok güzel pırıltılı örtülere sarınmışlar.  Tapınağın mermer işçiliği hem İngiliz egemenlik izlerini taşıyor hem de Roma tarzını. Tanrıların kanatları melek kanatları gibi, kolyelerinde  Kraliçe Victoria’nın resmi var.

Tanrılardan kültür egemenliğine, çocuklardan yemek tarifine kadar herşeyden konuşarak tapınağı bitiriyoruz,  arkadaşımın annesine çay içmeye misafirliğe gidiyoruz.  Herkesin annesi Pazar günü nasılsa onun annesi de   öyle. Bize sütlü, zencefilli Masala çayı ikram ediyor, her anne gibi herşeyi soruyor bana. Kaç çocuğum var, annem kaç yaşında, ne yerim ne içerim, Türk baklavası en güzel şey, mutlaka yemeğe kalmalıyım; arkadaşım bu arada gözlerini döndürüyor artık gitme zamanı.


Eve geldiğimde Nick Pazar televizyonu başında   zaman öldürecek bir şey seyretmeye çalışıyor.  ‘Bunu da seyretmiyceğiz, bunu hiç, bunu asla’ diye Kardashian’ların hayatından  yemek programlarına, abuk subuk Amerikan dizilerine kadar her şeyi reddedip sahile yürümeğe gidiyoruz.  Bu büyük bir hayal kırıklığı tabii ki.  Hava Ağustos ayında İzmir’den daha sıcak, Haliç’in en eski halinden daha kötü kokulu.  Geçen günkü festival artığı heykeller deniz suyu ile erimiş, biraz korkunç hale gelmiş. Kumların arasından küçük bir  el, yüzü parçalanmış tanrıçalar  ayaklarıma takılıyor- çok hoş bir sahil gezintisi değil.

 Ötelerde bir yerde küçük bir İtalyan lokantasında  bir şeyler yiyoruz,  Klimada oturmak dışarı ile ilişkimizi kesiyor,  alışılagelmiş batı müziği ile ordan burdan konuşurken   nerde olduğumuzu unutuveriyoruz.  Akşam oluyor yavaş yavaş, dışarısı hala sıcak, hala bunaltıcı. Eve gitmek lazım birazdan, pazardan ıspanak, salatalık, ve limon alınacak, fırından ekmek, tavukçudan yumurta.  Bütün gün  inekle konuşurken, Shiva’yı yıkarken, çay içerken,  francipani çiçeklerinin kokusunda karşıdan karşıya  geçerken aklımın yüzde sekseni telefonumdaymış meğersem,  kızımdan haber beklermişim, saat kaçta okula varacaklarını hesaplarmışım; sıcak mıcak değilmiş beni  rahatsız eden.  Eve gelip telefon ediyoruz, iyilermiş, varmışlar, yorgunlarmış.  Aklımın yüzde 20 si  ‘şöyle yap, böyle yap’  dedi.  Kendimi tuttum, bir sey demedim.

İşte böyle.   

No comments:

Post a Comment