Bundan 35 yıl önce sokak duvarlarına kırmızı boya ve küçük fırça ile gece yarısından sonra soğuk Ankara
havasını içine çekerek masum ‘Kahrolsun Faşizim ’ ve ‘Yaşasın Sosyal Adalet’ yazmaktan içeri giren bir arkadaşın
annesini ziyarete gitmiştik. Hava Ankara’nın kışına göre ilikti. Kar yağmış, erimiş , caddeler
temizlenmiş ama belediyenin pek önemsemediği yerler vicik kar çamuru ile kaplı
kalmıştı. Bizim bildiğimiz
yerlerden çok uzakta Bent
Deresinin arkasında yasal genelevlerin arkasındaki sokakların en
sonuncusunda derme çatma tek göz
odalı bir eve gitmiştik.
Arkadaşımızın tek başına yaşayan annesini görüp halini hatırını sormaktı
maksadımız. Dayanışma, birlik olma, destek verme günleriydi. Ankara’nın saat üç buçukta kararan
havası, ucuz soba kömürü
kokularına karışıp kuru soğukla genzinimizi yakarken daracık kar, çamur, buzla yürünmesi daha da zor olan, iki insanın
ancak omuz omuza dokunarak yürüdüğü, ayakkabımızın balçıkla kaplandığı sokak bozuntularından geçip
yoldaşımızın evini arıyorduk. Akşam karanlığında kapı önüne çıkıp hala kimbilir
nerde oynayan oğullarını eve çağıran uzun çoraplı , patikli ,terlikli, hırka ve
uzun kahverengi kolsuz yelekli annelerden
ve kapı aralığından dışarı sızan sarı ışıktan başka kimse yoktu
ortalıkta.
Evi bulup içeri
girdiğimizde tek oda ,tek ampul, iki tuğla üstüne konmuş yuvarlak elektirik
ocağı ve bir çaydanlıkla köşede yuvarlanılmış yatakların kenarına oturmuş
alnını beyaz örtüyle iki kere sıkı sarmış anne ve sümüklü küçük çocuklardan
başka bir şey yoktu. Bir de biz
vardık. Anne bize çay ikram etmek
için uğraşırken biz çoraplarımızla soğuk yere basmanın verdiği huzursuzla bir
kenara ilişmiştik. Elimiz boş gelmiştik salak gibi. Bir kötü Eti bisküvisi bile
yoktu yanımızda çocuklara verecek. Annenin de şekeri yoktu çayla ikram edecek.
Yine de orda öyle oturup acı, koyu çay içip havadan sudan , hapishaneden
konuşmuştuk. O küçücük odada bir sürü
gür bıyıklı , ağır sesli , filitresiz sigara içen yol arkadaşımın
arasında bana
‘sen kimin arkadaşısın ?’ diye sorunca
bilememiştim ne diyeceğimi, ‘hepsinin,’
‘hiç birinin’ diye gevelemiştim.
Kibar kibar köşede oturup
‘devrimci bacı’ muhabbetine katılırken
ikinci soru beni kötü yaralamıştı ‘ annen buralarda, bunlarla olduğunu
biliyor mu kızım?’ Benim bütün devrim hayallerim, kırmızı bayraklarım, yaptığım afişler, sıkılan yumruklarım bir anda hiçe dönmüş, biraz sonra da kös kös ait
olmadığımız bu evden, bu sokaktan, bu mahalleden omuzlarımız düşük ve yenik ayrılmıştık.
İzmir’de başka bir tarih öncesi devirde sıcak bir yaz gecesi Tabakhane’den geçerken, işlenmiş deri kokusuna tahammül
demeyip arabanın camını kapatmaya çalışmıştık.
İngilizce gezi kitaplarından bulduğumuz
bilgilerle deri işleme
atölyelerinden birine - çok
lazımmış gibi- derilerin nasıl işlendiğini görmeğe gidiyorduk. Bu sefer yanımda
uzun boylu, ince, hippi eskisi, sevgili yenisi insanlarım vardı. Ara sokaklardan sora sora bulduğumuz atölyede beyaz
atletli, terden pırıl pırıl kara yağız delikanlılar, umarsamazlık, yorgunluk
ve bıkkınlıkla kesif sigara dumanı
arkasından bakmışlardı bize.
Florosan lambalarının çiğ mavi ışığı altında ‘ merhaba’ diyerek içeri
girip bir çaylarını içmiştik. Çok iyi hatırlıyorum, bardaklar ince belli,
tabaklar kırmızı kenarlıydı. Bu
sefer kimse kimin arkadaşı olduğumu sormadı, ben çeviri yaparak konuştum, kıkırdadım, işçiler hiç istiflerini bozmadan, işlerini bırakmadan, ağızlarından sigara düşürmeden bizim patronlarıyla muhabbetimizi dinlediler, çalışma koşullarına biraz ilgi ,biraz hayretle bakmamıza hayret ettiler. Ordan ayrılırken de içimde Ankara’daki aynı ezikliği, aynı ait olmama , aynı abuk subukluk duygusunu ,
mahcubiyeti ağır kötü kokulu deri bir sırt çantası gibi omzumda taşımıştım.
Dharavi Asya’nın en büyük
gecekondusuymuş. Mumbai’nin her
yerinde öbek öbek mavi muşamba çatılı gecekondu mahallesi olması bu mahallere girmenizi gerektirmiyor. Klimalı arabanın içinden mahalle girişlerine, içeri doğru
uzanan, sonunu göremediğiniz sokaklara, iki ev arasında karanlığa doğru kaybolan
insanlara bakarak kırmızı ışığın değişmesini bekliyorsunuz. Dharavi biz kuzeyde oturanlar için
güneydeki Bombay’e giderken
cadde üstünden şöyle bir gördüğümüz muamma bir yer. Mumbai’nin taşı toprağı altın. Gecekondu turları bile düzenleniyor. Bir genç hanım kız
sabahın 9.00 unda elinde güneş şemsiyesi ile bizi gezdirmek için bekliyor.
‘Milyoner’ filminin çekildiği yerleri, şehre su getiren iki büyük borunun açık
alanda nasıl çöp dağının içine gömüldüğünü anlatıyor. Köprüden aşağıya
bakıyoruz, Daravi’de her 150 kişiye bir tuvalet düşüyormuş, adamlar ellerinde
ibriklerle çalılıklara yöneliyor.
Muson yağmurlarından sonra su birikintileri azmanlaşmış, durgun su kokusu
sıcakta havayı daha da
ağırlaştırıyor. Bir sürü mavi kız böceği
5 metrelik çöp yığıntısı üstünde uçuşuyor. Evleri uzaktan gösteriyor
rehberimiz, şemsiyesinin altından.
Biz onlara bakıyoruz, onlar bize. Pencerede oturmuş sigara içiyor bir zamanlar beyaz atleti ile bir aile
babası. Kucağında belinde bir tek siyah ip olan sümüklü küçük çocuğu rahat durmuyor.
Biz geri dönüşüm ve deri bölümüne gideceğiz. Aklınıza gelen her türlü plastik şişe,
kap kacak, torba , her şey ayrı ayrı istifleniyor. Biz grup halinde su birikintilerine, çöpe, insan pisliklerine
basmadan seke seke yürümeye çalışıyoruz. Hava sıcak mı sıcak, küçük derme çatma
tek katlı odalarda su şişeleri, kola
şişeleri , yoğurt kapları, plastik bardaklar öbek öbek
yerlerini alıyor. Delikanlılar yere çömelmiş, plastikları oraya buraya
ayırıyor. Biraz ötede teneke kutular, bir sonra çamaşır makinası bakır telleri,
yanında tahta kapıların çivileri çıkarılıyor. O küçücük sokaklardan içeri girip
plastik şişelerin nasıl küçük parçalara ayrıldığı, nasıl elyaf haline geldiği
ve nasıl oyuncak ayı içine konmaya hazırlandığını izliyoruz.
Calişanlarin hepsi genç, hepsinin işi
başından aşkın, hepsi elyaf tozu, plastik parçası, metal kırpıntısı soluyorlar. Hepsinin ağzı
dolu. Gutka çiğniyorlar. Tütün, parafin, betel tohumu , limon tuzu , daha adını
sanını bilmediğim Rs 2 .00 ye satılan uyarıcı bir toz bu. Islanınca kırmızı
renge dönüşüyor ve çiğneme tütün gibi ağızda sulanma yapıyor. Evlerin,
duvarların kenarı, sokaklar, caddeler kırmızı uzun tükürük lekeleri ile
boyanmış. Göz göze geliyorsunuz adamlarla , ağızlarını büzüp sicim gibi bir kırmızılık
tükürülüyor. Biz altı
hanımız, etrafımızda kırmızı tükürükler uçuşuyor, biraz tedirgin, biraz korkak
fotoğraf çekiyoruz bu 50. doğum
yılını bile göremiyecek olan adam
gurubuna bakarak.
Kapılardan içeri bakıyoruz, çalışıyorlar,
dar aralıklarda fıçıları, günde
iki kere verilen suyu depolamaya yarıyor,
durgun suların üstünde küçük sinekler de paylarını alıyor. Çok yakından büyük davul sesleri
geliyor, orta okul bandosu
yakındaki festival için prova yapıyor, çocuklar salkım salkım bize
sesleniyor camlardan. Kızlar
küpelerimize, bileziklerimize bakıyor, biz ‘Namaste’ diyerek dolaşıyoruz odaları
, yıllar önce benzer mekanda ki ‘merhaba’ nin aykırılığı sürüyor. Aşağı kat atölye, yukarı kat yatak odası. ‘20 kişi
nöbetleşe yatar burda’ diyor rehber, biz halden anlarmış gibi kafa sallıyoruz, hayır yukarıya
çıkmamıza izin yok.
Bazı sokaklarda pamuk tozuna bulanmış adamlar dolaşıyor, yan tarafta
elinde araba boya spreyi ile deri ceket boyayan delikanlı yarı beline kadar aynı boyaya bulanmış, gülümsüyor bize. Rehber hala
anlatıyor, ‘aileleri köyde kalır,
bunlar tek başlarına gelir kazandıkları parayı içkiye, mobil telefona verir,
geri kalanını da ailelerine gönderir’. Gecekondu görmeye gelmiş hem de oranın buranın,
kurutulmuş derilerin, çay ocağının, asılmış çamaşırların resmini çekmemizi umarsızlıkla karşılıyor, işi başından aşkın, yüzünde gülümsemesi ,bize kimse çay ikram etmiyor . Bir teyze
çöp dağının üstünü süpürüyor, bir
bakıyorum, orası onun evinin önü.
Çıplak ayaklı küçük bir oğlan çocuğu ‘resim çekmek yok buralarda’ diyor
elinde kendinden büyük ince bir sopa ,
kaşlar çatılmış; biz hanımlar bu
mini zorbadan korkarak geri çekiliyoruz, Daravi’nin dışında
bekliyen şoförlerimizi
çağırıp ait olmadığımız bu yerden de biraz ezik, biraz
mahçup bir çırpıda
ayrılıyoruz. ‘Nasıldı? ‘ diye soruyor
gecekondu turuna çıktığımızi bilen arkadaşlar. Cevap veremiyorum.
Gerçekten güzel olmuş, dediğin kadar var.
ReplyDelete