Monday, October 15, 2012

Ankara, Izmir, Dharavi


Bundan 35 yıl önce  sokak duvarlarına   kırmızı boya  ve küçük fırça  ile gece yarısından sonra soğuk Ankara havasını içine çekerek masum ‘Kahrolsun Faşizim ’ ve  ‘Yaşasın Sosyal Adalet’ yazmaktan içeri giren bir arkadaşın annesini ziyarete gitmiştik. Hava Ankara’nın  kışına göre ilikti. Kar yağmış, erimiş , caddeler temizlenmiş ama belediyenin pek önemsemediği yerler vicik kar çamuru ile kaplı kalmıştı.  Bizim bildiğimiz yerlerden çok uzakta  Bent Deresinin arkasında yasal genelevlerin arkasındaki sokakların en sonuncusunda  derme çatma tek göz odalı bir eve gitmiştik.  Arkadaşımızın tek başına yaşayan annesini görüp halini hatırını sormaktı maksadımız. Dayanışma, birlik olma, destek verme günleriydi.  Ankara’nın saat üç buçukta kararan havası, ucuz soba kömürü  kokularına karışıp kuru soğukla genzinimizi yakarken  daracık  kar, çamur, buzla yürünmesi daha da zor olan, iki insanın ancak omuz omuza dokunarak yürüdüğü, ayakkabımızın balçıkla kaplandığı  sokak bozuntularından geçip yoldaşımızın evini arıyorduk. Akşam karanlığında kapı önüne çıkıp hala kimbilir nerde oynayan oğullarını eve çağıran uzun çoraplı , patikli ,terlikli, hırka ve uzun kahverengi kolsuz yelekli annelerden  ve kapı aralığından dışarı sızan sarı ışıktan başka kimse yoktu ortalıkta. 

Evi bulup içeri girdiğimizde tek oda ,tek ampul, iki tuğla üstüne konmuş yuvarlak elektirik ocağı ve bir çaydanlıkla köşede yuvarlanılmış yatakların kenarına oturmuş alnını beyaz örtüyle iki kere sıkı sarmış anne ve sümüklü küçük çocuklardan başka bir şey  yoktu. Bir de biz vardık.  Anne bize çay ikram etmek için uğraşırken biz çoraplarımızla soğuk yere basmanın verdiği huzursuzla bir kenara ilişmiştik. Elimiz boş gelmiştik salak gibi. Bir kötü Eti bisküvisi bile yoktu yanımızda çocuklara verecek. Annenin de şekeri yoktu çayla ikram edecek. Yine de orda öyle oturup acı, koyu çay içip havadan sudan , hapishaneden konuşmuştuk. O küçücük odada bir sürü  gür bıyıklı , ağır sesli , filitresiz sigara içen yol arkadaşımın arasında bana    

‘sen kimin arkadaşısın ?’ diye sorunca bilememiştim  ne diyeceğimi, ‘hepsinin,’ ‘hiç birinin’ diye gevelemiştim.  Kibar kibar  köşede oturup ‘devrimci bacı’ muhabbetine katılırken  ikinci soru beni kötü yaralamıştı ‘ annen buralarda, bunlarla olduğunu biliyor mu kızım?’ Benim bütün devrim hayallerim, kırmızı bayraklarım,  yaptığım afişler,   sıkılan yumruklarım bir anda  hiçe dönmüş, biraz sonra da kös kös ait olmadığımız bu evden, bu sokaktan, bu mahalleden omuzlarımız düşük  ve yenik ayrılmıştık.

İzmir’de  başka bir tarih öncesi devirde   sıcak bir yaz gecesi Tabakhane’den geçerken,   işlenmiş deri kokusuna tahammül demeyip  arabanın camını   kapatmaya çalışmıştık. İngilizce gezi kitaplarından bulduğumuz  bilgilerle  deri işleme atölyelerinden birine   - çok lazımmış gibi- derilerin nasıl işlendiğini görmeğe gidiyorduk. Bu sefer yanımda uzun boylu, ince, hippi eskisi, sevgili yenisi  insanlarım vardı.   Ara sokaklardan sora sora bulduğumuz atölyede beyaz atletli, terden pırıl pırıl kara yağız delikanlılar, umarsamazlık, yorgunluk ve  bıkkınlıkla kesif sigara dumanı arkasından bakmışlardı bize.  Florosan lambalarının çiğ mavi ışığı altında ‘ merhaba’ diyerek içeri girip bir çaylarını içmiştik. Çok iyi hatırlıyorum, bardaklar ince belli, tabaklar kırmızı kenarlıydı.  Bu sefer kimse kimin arkadaşı olduğumu sormadı, ben çeviri yaparak konuştum,  kıkırdadım, işçiler hiç istiflerini bozmadan, işlerini bırakmadanağızlarından sigara düşürmeden  bizim patronlarıyla muhabbetimizi  dinlediler,  çalışma koşullarına   biraz ilgi ,biraz hayretle bakmamıza hayret  ettiler. Ordan ayrılırken de  içimde Ankara’daki aynı  ezikliği, aynı ait olmama ,  aynı abuk subukluk duygusunu , mahcubiyeti ağır kötü kokulu deri bir sırt çantası gibi omzumda taşımıştım.

Dharavi Asya’nın en büyük gecekondusuymuş.  Mumbai’nin her yerinde öbek öbek mavi muşamba çatılı gecekondu mahallesi olması  bu mahallere girmenizi   gerektirmiyor.  Klimalı arabanın içinden  mahalle girişlerine, içeri doğru uzanan, sonunu göremediğiniz sokaklara, iki ev arasında karanlığa doğru kaybolan insanlara bakarak kırmızı ışığın değişmesini bekliyorsunuz.  Dharavi biz kuzeyde oturanlar için güneydeki   Bombay’e giderken cadde üstünden şöyle bir gördüğümüz muamma bir yer.   Mumbai’nin taşı toprağı altın. Gecekondu turları  bile düzenleniyor. Bir genç hanım kız sabahın 9.00 unda elinde güneş şemsiyesi ile bizi gezdirmek için bekliyor. ‘Milyoner’ filminin çekildiği yerleri, şehre su getiren iki büyük borunun açık alanda nasıl çöp dağının içine gömüldüğünü anlatıyor. Köprüden aşağıya bakıyoruz, Daravi’de her 150 kişiye bir tuvalet düşüyormuş, adamlar ellerinde ibriklerle çalılıklara yöneliyor.  Muson yağmurlarından sonra su birikintileri azmanlaşmış, durgun su kokusu sıcakta   havayı daha da ağırlaştırıyor. Bir sürü mavi kız böceği  5 metrelik çöp yığıntısı üstünde uçuşuyor. Evleri uzaktan gösteriyor rehberimiz, şemsiyesinin altından.  Biz onlara bakıyoruz, onlar bize. Pencerede oturmuş sigara içiyor  bir zamanlar beyaz atleti ile bir aile babası. Kucağında belinde bir tek siyah ip olan sümüklü küçük çocuğu  rahat durmuyor.

Biz geri dönüşüm ve deri  bölümüne gideceğiz.  Aklınıza gelen her türlü plastik şişe, kap kacak, torba , her şey ayrı ayrı istifleniyor.  Biz grup halinde su birikintilerine, çöpe, insan pisliklerine basmadan seke seke yürümeye çalışıyoruz. Hava sıcak mı sıcak, küçük derme çatma tek katlı odalarda su şişeleri, kola  şişeleri , yoğurt kapları, plastik bardaklar  öbek öbek  yerlerini alıyor. Delikanlılar yere çömelmiş, plastikları oraya buraya ayırıyor. Biraz ötede teneke kutular, bir sonra çamaşır makinası bakır telleri, yanında tahta kapıların çivileri çıkarılıyor. O küçücük sokaklardan içeri girip plastik şişelerin nasıl küçük parçalara ayrıldığı, nasıl elyaf haline geldiği ve nasıl oyuncak ayı içine konmaya hazırlandığını izliyoruz.  

Calişanlarin hepsi genç, hepsinin işi başından aşkın, hepsi elyaf tozu, plastik parçası, metal  kırpıntısı soluyorlar. Hepsinin ağzı dolu. Gutka çiğniyorlar. Tütün, parafin, betel tohumu , limon tuzu , daha adını sanını bilmediğim Rs 2 .00 ye satılan uyarıcı bir toz bu. Islanınca kırmızı renge dönüşüyor ve çiğneme tütün gibi ağızda sulanma yapıyor. Evlerin, duvarların kenarı, sokaklar, caddeler kırmızı uzun tükürük lekeleri ile boyanmış. Göz göze geliyorsunuz adamlarla , ağızlarını büzüp sicim gibi bir kırmızılık tükürülüyor.   Biz altı hanımız,  etrafımızda kırmızı    tükürükler  uçuşuyor, biraz tedirgin, biraz korkak fotoğraf çekiyoruz bu  50. doğum yılını  bile göremiyecek olan adam gurubuna bakarak.

Kapılardan içeri bakıyoruz, çalışıyorlar, dar aralıklarda  fıçıları, günde iki kere verilen suyu depolamaya yarıyor,  durgun suların üstünde küçük sinekler de paylarını alıyor.   Çok yakından büyük davul sesleri geliyor, orta okul bandosu  yakındaki festival için prova yapıyor, çocuklar salkım salkım bize sesleniyor camlardan.  Kızlar küpelerimize, bileziklerimize bakıyor, biz ‘Namaste’ diyerek dolaşıyoruz odaları , yıllar önce benzer mekanda ki ‘merhaba’ nin  aykırılığı sürüyor.   Aşağı kat atölye, yukarı kat yatak odası. ‘20 kişi nöbetleşe yatar burda’ diyor rehber, biz halden anlarmış gibi  kafa sallıyoruz, hayır yukarıya çıkmamıza izin yok.

Bazı sokaklarda   pamuk tozuna bulanmış adamlar dolaşıyor, yan tarafta elinde araba boya spreyi ile deri ceket boyayan  delikanlı yarı beline kadar aynı boyaya  bulanmış, gülümsüyor bize. Rehber hala anlatıyor, ‘aileleri köyde  kalır, bunlar tek başlarına gelir kazandıkları parayı içkiye, mobil telefona verir, geri kalanını da ailelerine gönderir’.    Gecekondu görmeye gelmiş hem de oranın buranın, kurutulmuş derilerin, çay ocağının, asılmış çamaşırların  resmini çekmemizi umarsızlıkla  karşılıyor, işi başından aşkın,  yüzünde   gülümsemesi ,bize kimse çay ikram etmiyor . Bir teyze çöp dağının üstünü süpürüyor,  bir bakıyorum, orası onun evinin önü.   Çıplak ayaklı küçük bir oğlan çocuğu ‘resim çekmek yok buralarda’ diyor elinde kendinden büyük ince bir sopa ,  kaşlar çatılmış; biz hanımlar bu  mini zorbadan korkarak geri çekiliyoruz, Daravi’nin dışında bekliyen  şoförlerimizi çağırıp  ait olmadığımız  bu yerden de biraz ezik, biraz mahçup   bir çırpıda ayrılıyoruz. ‘Nasıldı? ‘ diye soruyor  gecekondu turuna çıktığımızi bilen arkadaşlar.  Cevap veremiyorum.



1 comment: