Saturday, October 6, 2012

Hare Krishna tapinagi, avatar, ve irmik helvasi


Krishna çok tanrılı gibi gözüken Hint dininin önemli tanrılarından biri. En büyük tanrı Vishnu’nun   avatarı.  Biz ‘avatar’la şu meşhur üç boyutlu film ile  tanıştık. Avatar’ın kelime anlamı  ‘benliğin farklı şekli’, ‘bir başka hali’.    Çok derin  ve anlaşılmaz gözükse de aslında çok mantıklı. Hiç birimiz aynı değiliz her zaman. Kendi halinizi düşünün. Pazar sabah kahvaltısından sonra elinizde gazetenin hafta sonu eki ile huzur içinde çok güzel demlenmiş bir bardak çayla keyif  çatarken ki haliniz ile, Pazartesi günü sabah servis kaçırmamak için telaş eden ki haliniz aynı mı? Çocuklarınızla sevimli konuşsan haliniz ve onlar iyi not almadığı zamanki haliniz aynı mı? İşte bütün bu haller sizin avatarlarınız. Benim kızgın konuşma biçimime, sesim incelip bir oktav yükelince  ‘süpersonik anne ‘derdi Kitty küçükken.   ‘Supersonik anne’ benim avatarim. Kızgın ‘süpersonik anne’  resmi yapılırsa nasıl olur? Gözler ateş püskürtüyor, kaslar çatılmış,  bir el belde, öbür el işaret parmağını şiddetli bir biçimde sallıyor.   Her   annenin kızgın hali.   Yani annenin avatarı.  Bunun resmi ya da heykeli  çocukların kızgın anne gazabından korunmak için dua edebilecekleri bir  tanrı figürü olabilir mesela. O kızgın anne figürü  değişik şekillerde  resimlenebilir  ( takıları, giysisi, saçı başı) ama özü ‘kızgın anne’dir.

Krishna da  tanrı Vishu’nun koruyucu hali. Çok sevilen bir tanrı.  Onu hemen resimlerde , heykellerde  hatta takvimlerde bile tanırsınız , çünkü mavi renktedir.   Krishna’nın kelime anlamı ‘ siyah , gece mavisi kadar siyah ’ demektir.  Betimlenirken  gece mavisi  çivit mavisine  dönüşür. Çok sevimli bir tanrıdır. Üç beş şekilde çıkar karşımıza , afacan tombul , kocaman gözlü, komşu teyzelerden yağ ve yoğurt çalarken, biraz büyüyüp inek çobanı olduğunda  yakışılı, erkek güzeli, kudretten sürmeli gözlü, 6 kız arkadaşı ile   ırmak kenarında yüzerken, dinlenirken, biraz daha büyüyünce  elinde flütü en yakın kız arkadaşı ,yoldaşı , sevgilisi Parvati ile birbirlerine buğulu buğulu bakarken  resimlenmiştir. Yanlarında hep güzel , temiz, bakımlı inekler vardır,  ormanda  dere kenarında çayırlarda keyifli, derten tasadan uzak bir hayat sürerler, aşktan hayatın anlamından konuşurlar,  Krishna ara sıra canavarlarla savaşır,  köyleri kurtarmak için bilmemkaç başlı kobra kılığındaki iblisleri yener, mucizeler yapar.

1960-70 yıllarında  başlayan bir akımla Batıda oldukça popular olmaya başlar Krishna düşüncesi.     Bu çok para düşkünü, yarını düşünmeden yaşanılan modern dünya da tanrının adını  ‘Hare Krishna, Hare Rama’ tekrarlıyarak meditasyon yapmayı  kendi değerlerini bulma ve özüne dönme yolu olarak görür.     Eskiden  İngiltere’de hava alanlarında  uzun harmanileri , kazınmış saçları ellerinde zilleri ile  ‘Hare!, Hare!’  diye zıplıyarak  dansederlerdi.    Beatles’lardan Georgege Harrison bile Hindistan’a  bu grubun tapınağına  ziyarete gelip feyz almıştı.  İşte  o meşhur tapınak benim evime 5 dakika uzaklıkta.

Kırmızı tuğla ile çevrili duvarların üstüne Sanskrittçe ve İngilzce küçük dualar yazıyor. Beyaz katmerli bulutlara benzeyen üç kubbesi var . Kapıda silahlı koruma görevlileri, çantanızı güvenlik röntgeninden geçiriyor.  Ayakkabılarınızı çıkarıp içeri yollanıyorsunuz. Buranın merhabası ‘Namaste’ yerine ‘Hare Krishna’ diye selamlaşıyorlar.   Zemin, duvarlar, üç beş basamaklı geniş merdiven mermer kaplı. Mermer serinliğinde bir bina içinde buluyorsunuz kendinizi. İçeri girer girmez avluya bitişik salona giriyorsunuz. Kulaklarınızda ‘Hare Krishna, Hare Krishna’ nameleri.  Duvalar boydan boya Krishna’nın maceralarını gösteren resimler, heykel grupları ile kaplanmış,  Bir bölümde  hayatın   ölümsüzlüğünü    ve enkarnasyonu gösteren bir resim, öbür taraflarda Krishna’nın her zaman  iyinin kötüyü yendiği hikayeleri  yarım insan boyunda heykellerle  anlatılmış. 


Mermer salonun bir duvarında yer hizasında üç balkon, balkonlarda heykeller var. Heykel değip geçmeyin, elbiseleri, takıları, baş örtüleri, bilezik, yüzük herşeyleri yerli yerinde. Ortadaki balkonda Krishna ve sevgili eşi Parvati   pırıl pırıl  gözleri ile size bakıyorlar. Krishna mavi, elinde flütü, yanında sevimli uysal ineği. Bu iki sevgilinin yanı başında Parvati’nin  en sevdiği kız arkadaşları var.   Yanakları pembe, yüzlerinde mutluluk  gülümsemeleri, baktığınız zaman içiniz  ışık doluyor.   Krishna ve Parvati uyum,  anlayış,  aşk, hayatın bütünlüğünü   temsil ediyor, neredeyse kalkıp dansedecekler. Eller havada, verev etekler en küçük rüzgarladönmeye hazır.   

Eğer isterseniz  görevlilerden birisi size Hare Krishna’yı beş dakikada anlatıverir.  Ama istemezseniz kimse size ‘niye bakıyorsun sen, Krishna’ya inanıyormusun’, ‘yürü git bre kafir!’  ‘ En büyük din bizimkisi’ gibi bir şeyler demiyor. O balkondaki heykellerden baska  sağ tarafta Ramayana efsanesinden alınma  karakterler, sol taraftakinde de biz  ölümlü insanlardan iki tanesinin, hemen arkamızda  Krishna akımını Batı dünyasına kazandıran   çok uzun isimli adamın heykeli var.  Yuvarlak gözlüklü,  saçı kazınmış, orta yaşlı , harmanli, bağdaş kurmuş  sakin bir adam heykeli. Her yer  turuncu kasımpati, yasemin, gül yaprakları ile süslenmiş.

Beyaz harmani giymiş, alnında burnunun kemiğinden başlıyarak saçına kadar uzanan iki çizgi olan tapınak rahibi insanların getirdiği  hindistan cevizi, muz, çiçek yapraklarını alıyor, tanrıların ayaklarının önüne koyup kutsuyor, sonra   geri veriyor.  Eğer bağış yaparsanız, size özel kutsama ayini hemen oracıkta ayarlanıyor.  Her dinde olduğu gibi bu dinde de bütün kullar eşit ama bazı kullar daha eşit.   Hani çok eskiden Cuma namazında padişahın arkasında dua edenlerin duası   hemen  kabul edilirmiş  ya aynı hesap. Hazır  rahip varken aralardan ellerini  uzatıyorlar, onlarda kutsanmak istiyor. Bazı insanlar boydan boya yere yatıyorlar, bazıları sadece diz çöküp alınlarını yere koyuyorlar. Rahipler, kırmızı toz boya ile  nokta koyuyor alınlara, balkon önünde bir harekettir gidiyor.

Biraz ötede yere serilmiş  kocaman halinin üstünde   üç beş genç oğlan oturmuş,  iki taraflı Hint  dümbeleği, Hint akordiyonu ‘tabla’ , zil ile sadece ve hiç ara vermeden ‘Hare Krishna Hare Krishna Hare Hare’ ayetini  (mantra deniyor) makamını     değiştirerek  okuyorlar.  Dümbeleğin tok vuruşu, tablanın  yüreğinize dokunan sesi ile karışıyor, kafası kazınmış genç oğlanların   davudi sesi , çömelen, yere uzanan, kenarda oturup olanı biteni izleyenlerle,  uzun iplere kasımpati dizen sarılı yaşlı hanımlar,  ordan oraya çok işleri varmış gibi dolaşan beyaz harmanili küçük kavunici çantalı rahipler,  büyük salonlarda kosma heveslisi çocuklar ve buhur kokuları arasında  hayat  akıp gidiyor. Bu tapınağa gelme insanların gündelik  alışkanlıklarından biri. Gelip bir, iki dua edip, tanrılarını görüp, mutlu olup gidiyorlar işlerine.  Ben kenarda oturuyorum. Çok yaşlı ‘aile ağacının’ altında.   Ara sıra kalp şeklinde bir yaprak süzülerek yere düşüyor. Avlunun kenarında mermer muhafaza içinde  kutsal Hint fesleyeni var. Etrafında üç kere dönenler, dua edenler beni umursamıyor bile.

Tam öğlen 12.00 de balkonlar kocaman kırmızı kadife perdeler ile kapanıyor.  Süs çiçekleri değişiyor, tutsülüklerin külleri temizleniyor.  Üç rahip üç balkonun köşesine gidip kocaman deniz kabuğundan borazan öttürüyor . Herkes susmuş, çocuklar bile koşmayı bırakmış. Eller kavuşmuş, bekliyorlar. Hali üstünde aynı mantrayı tekrarlıyan müzisyen genç oğlan grubu tempoyu arttırmış ‘Hare Hare Hare Krishna’ diye üç dümbelege  ses veriyorlar, tabla daha da acıklı sesler çıkarıyor. Deniz kabuğu boğuk sesi ile çok uzak okyanuslardan Krishna’nın gelişini haber veriyor.

Kadife perdeler yavaş yavaş açılıyor. İnananlar heyecan içinde,  eller havada bütün tapınak haykırıyor ‘Hare Krishna!’  Krishna elinde  püsküllü yan flütü,  bir ayağı bükülmüş, dansa hazır, Parvati gözlerini süzmüş Krishna’sina bakıyor, ortalık aydınlık, huzur ,mutluluk , müzik içinde. İnananlar bir kere daha gördükleri için huzur içindeler  ellerini kalplerine dokundurup dudaklarına bastırıyorlar.

Saat 1.00  herkesin dinlenme zamanı.  Öğleden sonra 4.00 de yine deniz kabukları öttürerek perdeler açılıyor, yine herkes çok seviniyor Krishna’nın perdeleri açıldığı için.

Tapınak çok işlevli. İkinci katında büyük bir kütüphane, sinema konferans salonu, , iki sınıflı bir okul bile var. Üçüncü kat burayi kuran beyfendinin (A. C. Bhaktıvedanta Swamı Prabhupada) odası imiş , müze haline getirilmiş,  basit ama rahat yatağı, mutfağı, yemek pişirdiği  yer , bir iki fotoğrafı , müzik çaldığı küçük orgu her gün temizleniyor. En aşağı katta 200 kişilik yemek salonu Rs 300 e vegeteryan açık büfe sunuyor, Hint börekleri, mercimek yemekleri ve yuvarlak ekmekleri çok lezzetli.   Yan tarafta basit ama temiz otelleri de var, isterseniz orda kalabilirsiniz,  ‘iyi insan olma kursları’na da katılabilirsiniz. Çıkışa doğru satış bölümüne doğru yollanıyorsunuz.    Öğretici  kitapların yanı sıra boyama  kitapları,  Krishna çizgi kitapları da var. İsterseniz rahiplerin taşıdığı küçük çantalardan, T shirtler , ya da küçük heykelcikler, dua tesbihleri,  sandal ağacı blokları, tutsüler, güzel alkolsüz kokular, müzik cdleri alabilirsiniz. Eğer bağış yapmak isterseniz, İnekleri Koruma Derneği bağışlarınızı kabul edecektir.  Arıtılmış inek idrarı, tezekten yapılmış sivrisinek kovucu da satın alabileceğiniz şeyler arasında.

İstediğiniz kadar kalabilirsiniz bu tapınakta. Oturun, gelene geçene bakın, çocuklarla gülüşün, karnınız açıkınca gidin bir iki muska böreği atistirin, yukarı katta kütüphanede  bu hayatta  iyi insan olmak için nasıl bir hayat sürmeniz gerektiğine dair videolar izleyin, ‘hayat yemeği’ diye avucunuza birakilan kutsanmis bulamaci   heyecanla ‘ama bu helva, bizim bildiğimiz  irmik helvasi ’ diye yiyin, ayakkabılarınızı giyin,  kaç tane avatarınız olabildiğini,  bu dinin de tek tanrılı olduğunu ama aslında bunların hiç birinin pek de önemli olmadığını, bütün dinlerin birbirine benzediğini , kendi tapınağınızla bu ülkede gördüğünüz tapınakların farkını, benzerliğini düşünerek eve yollanın.


Ganpati celebration- How we sent him off a week ago


It is getting dark now,  time to get him ready.  The priest wearing top to toe white, burns a small wick in  a small pot.  Ganesh sits on this throne proud, happy with all this attention among fresh red rose petals. There is another smaller version of him placed on the altar too, getting his fair share of love.  First grandfathers, uncles, grand mothers, big sisters, big brothers, every body in the house one by one come and hold the tray with fire giving prayers to him. One after another everybody goes and takes their turn in front of him. This is serious stuff, ‘Ganpati babba mor ya’  Ganpati baba come early next year’  repeated  constantly,  the tray changes hands, little faint clouds of smoke rise from the little wick.    When Ganpati saw us all, the elders of the family carefully, gracefully cradle him in their arms and start visiting the rooms of the house. There are two drummers by the door and by deafening drumbeat he is transported to each and every room starting from the temple room, kitchen, upstairs, downstairs. We wait for him in the living room to come back. When he is seen again the drums beat even louder. He is draped in a new red shawl, glistening with his every movement with the drumbeat he goes down to his chariot.

  Zeus the god of gods did not have a chariot like this himself! There are 7 stallions with head decorations, ready to full throttle, ready to take him home. The whole chariot is covered with saffron coloured marigolds on strings and with every breeze of this late September evening they shiver.  He is placed on his chariot, under the parasol; there are more drummers ready by the street.  Cymbals with long yellow tassels, small drums, big drums, a man hitting a metal disk with a hammer, which hits a note right in my head between my ears and behind my eyes, have been waiting for him, everybody starts dancing, cheering, two little boys do the best twisting, moving their every single joint in their bodies, not missing a single beat of the drums and cymbals.

 Lovingly, with great care they place him on the chariot; He sits there in full glory, with a calm smile, very happy, a bit embarrassed with the attention he is receiving, his heavy lashes shadow his eyes. We move slowly. First the cymbals, then small drums and big drums, the man with the bell, then us, children, mothers, aunties, sisters, the men of the house in crispy white long tunics, walk in small steps, dance, raise arms, chant, slowly form a big crowd in front of the chariot and flow like a big noisy, cacophonous, roaring wave towards Juhu Beach. Grandparents and babies follow us in cars decorated more lavishly than wedding cars. We meander slowly for two hours.  Firecrackers, fire works accompany us with drizzling rain.

Near the beach the roads are full with people.  This congregation is thick, and condensed. It is more crowded any very crowded place you have ever seen. If you have been to Hyde Park on New Year’s Eve, it is more crowded than that. If you have taken part in a demonstration, in a big concert, in any crowded place where there is a flow of people from everywhere, when it is so occupied with human beings, with bodies of men, women, children of every age, shape and colour that   they become a living mass.   The end of the world would  be like this.

There is the roundest of the full moons with Krishna blue skies, the crowd shadow the moon, people move in silhouettes.   We go down the sandy beach and find our area to make a little well, light a small fire, place Ganesh in front of it and do the final aarti. The air is balmy; it smells of fire, kafuru, millions of burning incense, salty sea, and wet sand and excited people.  The tide comes in, touches our ankles and reaches Ganpati’s feet. The Arabian Sea is warm, moves in filling the sandy beach. The tray of fire is passed through us, we chant ‘come back early’ with tired voices and the men of the house carry their Lord towards the sea. There are other fathers, other brothers, uncles, and grandfathers carrying their gigantic, modest, ambitious Ganpaties to water. Everybody is busy with their own devotion, people in the mass do not cross other peoples paths. They carry the idol with hope, with confidence, with blessings to the latest point they can carry him , leave him into the water and come back from the dark, water dripping from their hems and their hair, salt glistening in the moonlight.  They walk with the pride of people who are content and happy with themselves.   There are hundreds of men around us  going into the darkness, coming back wet,  people dancing in knee deep sea, little fires here and there, small groups chanting, gathered in this big mass to offer their prayers.

 It is over for us now.  He was a guest in the house for ten days, gave everybody his blessings, his protection, his cheeky wisdom to over come difficulties. He has gone to meet his mother.   We go home too.  I reach home after midnight. The sounds from the street go on until very early hours in the morning.



Tomorrow, the houses need to be cleaned, rose petals, marigold, lilies, sweet smelling jasmines will need to be swept away until Durga – the Goddess comes. Girls will wear long round skirts, put Radha make up, decorate their hair, henna their palms and their soles, they will have the biggest nose rings, ear rings, toe rings, finger rings and bangles which will tinkle with every dance movement. I am ready for that celebration too.



Saturday, September 29, 2012

Ganesh evine gitti




Bütün gün süren kutlamalardan sonra, ‘Ganpati Baba’ ‘Mor Ya’ *( Ganpatı Baba yine gel) haykırışları ile  idollere evi dolaştırdık. Artık gidiyor, 10 gün  misafir kaldıktan sonra ayrılacak  bir dahaki seneye kadar. 14. kattaki evin kapısının önüne iki davulcu geldi.  Kocaman Ramazan davulu kadar büyük davullar duvarları sarstı sesleri ile. Sarı çiçekten  taht arabasına  bindirdik Ganesh’i. Araba bastan asagi kasımpati çiçekleri ile kaplanmış. Yavaş yavaş yola çıktık. İlk önce  ziller, sonra  çekilerek yürütülen büyük can, sonra küçük davullar sonra da  büyük davullardan oluşan 50 kişilik bir müzik alayının arkasında 20 kişi biz, arkamızda Ganesh arabası, onunda arkasında ananeler , babanneler ve torunlar için gelin arabası kadar güzel sülenmiş 6 araba, çevremizde siyah gömlek giymiş koruma çemberi ile bir gürültü,  davul sesi, can çınlaması,  haykırışlar, el çırpmaları, ortalara saçılan gül yaprakları, eller havada tek ayak üstünde dönerek,  dans ederek, su saçarak yürüyoruz.  Biz caddenin bir tarafındayız, öbür tarafında hayat biraz sıkışık olsa da  devam ediyor. Tuk tuklar, eve yetişmeye çalışan, otobüse  mahkum olmuş biçare üç beş insan bize bakıyor. Arada el çırpıp katılanlar varsa da bu bizim Ganpatimiz. Saat akşamın 8.00i hava sıcak, dolunay var, yollara havai fişek döşüyoruz, ışıltılar üstümüze yağıyor, ara sıra gürültü olsun diye  tek atımda sesi içinizde hissettiğiniz ses fişekleri de patlatılıyor.    Davulların sesini içimde duyuyorum artık, kulaklarım mı çınlıyor, yoksa ziller mi, yoksa çember demir levhaya çekiçle vurulma sesi mi, çok alçaktan geçen uçak mı, yoksa kalabalığın kendi uğultusu mu belli değil.

Kavşaklardan birine geldiğimizde 4 Ganpati bir anda  karşı karşıya geliyor. Bir grup pembe toz boyaya bulanmış, öbürküsü mor, bir başkası erguvan renginde.  Biz boyasızız.  Ganpatiler birbirlerine baktılar, birisi kamyonet üstünde, öbürküsü  büyük kamyon.  Gidecek hiç bir yer yok. Kalabalık kımıldiyamiyacak kadar yoğun.  1 Mayıs kutlamalarında böyle kalabalık yok, neye karşı olursanız olun Taksim’de gece saat  8.00den sonra bu kadar  pempe , mor, ebruli, kasımpati sarısı, kahverengi, kına kırmızısı, sevinçli, yorgun, umutlu, haykırışlı  bir kalabalık yok. Ganpatılar, tahtlarından  4 kolları, neon ışıkları, ceylan gözleri , kolyeleri, bilezikleri, evden çıkarken giydirilmiş pırıltılı örtüleri ile herkesden bir baş yukarda hafif yalpalıyarak bekliyorlar. Taçları bir yanıp bir sönüyor.  Hepimiz denize gidiyoruz. Ben ‘eyvah, şimdi olay çıkar burda’ derken  heykeller  ve grupları uslu uslu sallanarak, haykırışlarla  yollarına devam ettiler.  Biz ana yola kadar iki saat sesimiz kısık, ellerimiz tempo tutmaktan kızarmış,  ayaklarımız yorgun, terden sırılsıklam  yürüdük, sonra arabalara bindik, yarım saat sonra Juhu sahiline geldik. Juhu  deniz kıyısını hatırlarsınız, insanların yarı bellerine kadar suya girdiği ama yüzmedikleri, kumda oturup piknik yaptıkları  kalabalık bir yer.  Bugün daha da kalabalık. Mahşer bu olmalı.


Nerdeyse inanan herkes Ganpatisini ve ailesini, komsularini  almış gelmiş, sahilde   son ayinlerini yapıyorlar, kuma küçük bir havuz yapıp içine kafuru, sıvılaştırılmış yağ koyup, küçük bir ateş yakıp bir tomar tütsü ve  uzun dua ile veda ediyorlar   tombul tanrıya. Ortalık buhur, yakılmış yağ,  havai fişek, sıcak gece, ıslak yorgun beden, deniz  kokuyor, her grubun duası, tutsusu, birbirine karşıyor.  Ay en büyük dolunaydan daha da büyük omuz başımızda, deniz yükseliyor, daha dua bitmeden su deyiyor tanrıya.  Bu iyiye alamet, artık  Ganesh evine dönmeğe hazır demek, sevinç çığlıkları, haykırışlar, dualar arasında yakılan küçük ateşe elllerini  uzatıp, iyi bir yıl geçirdikleri için teşekkür ediyorlar. Beyaz uzun tunikler giymiş evin dedesi, babası, abileri ‘ Ganpati baba  yine gel, erken gel!’ diye  artık kısılmış sesleri ile haykırarak, on gün boyunca bütün ayinleri yöneten rahip ile birlikte karanlık  denize yol alıyorlar. O uzun sahil  tıklım tıklım, gece karanlığı dolunay ile bölünse de ortalık kımıl kımıl insan; denizde  büyük, küçük aile babası grupları heykellerini denize bırakıyor. Bazıları üç dört insan büyüklüğünde, bazıları sandalye üstüne konacak kadar küçük Ganpatiler.  Nereye baksanız, insan,  denize Ganesh’le gidenler ıslak, Ganesh’siz geri dönüyorlar, ellerinde tanrının denize döndüğü, evine yolculuğa başladığı yerden  alınmış  bir avuç kum.  Ayakabiları kaybolmuş, ama görevini iyi yapmış insanların  mağrur  yorgunluğu ile  saçlarından, eteklerinden sular damlıyarak yavaş yavaş yürüyorlar. Su ılık, gelgitin dalgaları biteviye ayak bileklerimize yükseliyor, alkışlıyarak karşılıyoruz onları. Artık bizimde eve dönmemiz lazım.

Onlar arabalar ile eve dönerken ben yürüyerek kendi evime gidiyorum, ayakkabılarım islak, saçım başım perisan, giydiğim kurta üstüme atılan pembe, mor boya ile lekelenmiş, alnımda sabahtan beri yapılan aartilerin kırmızı noktaları yürümeye başlıyorum saat 11.00 de. İki saat sonra evdeyim.

*' Ganpati Baba' değilmiş o haykırdıklari 'Ganpatı Bappa' imiş   'Tanrı Ganpati' anlamındaymış, ben o gürültüde öyle duymuşum.

Saturday, September 15, 2012

Pazar muhabbeti


Unutmuşum burayı Türkiye’deyken. 'Paneer'in beyaz peynire hiç benzemediğini, tuzsuz zeytinin sadece kavanozlarda satıldığını, salatalıkların  içi geçmiş, küçük, tombul ve açık yeşil olduğunu, daha çoğu şeyleri de unutmuşum. O yüzden gelirken hiç ise yarar bir şey getirmemişim. Türkiye’deki evde bulduğum kahvaltı artığı bir avuç zeytini de bavuluma tıkmasaymışım o da olmayacakmıştı. Geldiğimizin ikinci günü  bir telaşla taze ekmekle yiyip bitirdiğim için zeytin de yok artık.

Yani kaldım kendim kendime. Ne beni sevindirecek derin dondurucudan çıkarıp, fırına koyup isittiğim biraz kuru, biraz bayat ama ne olursa olsun çıtır çıtır simit, ne de soya kıymalı kuru Kayseri mantısı var. Yani ‘terapi’ falan yapamıyacağım.  Hayat Türk televizyonsuz, Türk reklamsız , geçen seneden kalma alkolü uçmuş limon kolonyası ve bir iki THY salata sosu ile geçecek. Bilgisayar başında haber okumaya çalışacağım  bir tek kendime yaptığım sallama çaylarla.

Nick’de benzer sıkıntılar içinde. İngiltere’de pazar günleri yediğimiz rosto, fırında nar gibi kızarmıs patates  ve haşlanmış sebze yemeğinin baş rol oyuncusu ‘dana eti’ olmadığı için morali bozuk. Fırında tavuk yada kuzu kapama ile idare ediyor. Kuzu değil tabii ki o yediğimiz, keçi.  Keçinin mide bozduğunu söylerlerdi, bozmuyor. Çeşitli teoriler dinliyoruz, erkek keçidir, yok dişi keçidir, yok oğlaktır diye.  Söylenerek yemeğe de devam edebilirdik ama  yakın bir mahallede Joseph adlı bir kasap dükkanında  ‘sahici et’ satıldığını duyunca hemen bu muhabbetten vaz geçtik. Joseph öyle beyaz kasap önlüklü falan bir adam değil. Zaten ayaklarından  asılı popoları karanfilli kesilmiş kuzular da yok  dükkan vitrininde. Zaten vitrinde yok. Kocaman kara tahtada  kıyma şu kadar,   kuş başı şu kadar, tavuk lollipop şu kadar diye yazıyor, gidip ne istediğini söylüyorsun, Joseph seninle muhabbet ederken arkada bir sürü adam bir sürü bıçak , bir sürü heyecanlı konuşma ile her şeyi yarım kiloluk torbalara koymuş elinize veriyor.  Joseph bu arada  Salsa dansının nasıl hayatini değiştirdiğini,  insanların din yerine dans ile uğraşması gerektiğini anlatıyor, kıyma ve antrikot muhabbeti arasında Türk olduğumu öğrenince göbek dersleri vermemi öneriyor.   Duvardaki takvimde hem dans öğretmeninin resmi var hemde en büyük tanrının. Geçen her güne çarpı koyacağına ‘ohm’ işareti koymuş.

Bir baktım  Eylül gelmiş ve 15 olmuş bile. Hatırlamaya çalışıyorum Ankara’da Eylül nasıldır, İngiltere’de nasıldır diye. Hani bazen düşünürsünüz  ‘Ahmet’i son gördüğümde kıştı. Hava soğuktu’, ya da, ‘çok sıcak bir günde bize oturmaya gelmişlerdi’  diye. Hatıralar mevsimlere bağlantılı olarak aklımızda yer eder ya; burda öyle bir şey yok. Hep sıcak.  Yılbaşı da sıcaktı, Temmuz da.  O yüzden çok şey hatırlamıyorum geçen seneden. Okullar Ağustos başında açıldığı için okul başlama  tarihi de mihenk taşı olarak kullanılamıyor.  Ankara serinlemiştir şimdi diyorum. Çocuklar ağır sırt çantaları ile erkenden servis beklerler. İngiltere yavaş yavaş sonbahar renklerine dönüşüyordur. Burda klimayı 18 dereceye indirip perdeleri açarsam dışardaki gri muson havası biraz Sonbahara benziyor.  Böylece üç ülke, üç zaman kavramı, üç para birimi, üç dil, birbirine karışmış olaylar ve sıcak beni büyüyünce ‘Alzaymır’ yerine ‘Gülzaymır’ olacağım inancımı pekiştiyor.

Çok söylendiğime bakmayın hayat hiç de o kadar kötü değil burada. 7. katta oturuyoruz,  yatak odamızın balkonunda güvercinler var. Onların 'Hu' çekişleri ile uyanıyoruz. Kahvaltı ederken yeşil papağanlar konuyor telefon tellerine. Akşam  süleymancıklar geliyor cama.  İki taneler . Biz  yemek yerken onlarda   ışığa gelen  gece kelebeklerini yiyor. Cumartesi günleri kavalcı geliyor, içimi ezen  nameler çalıyor.  Hergün saat 9.00 da bir adam bisikletle bıçak satıyor. Deniz kıyısı 10 dakika  uzaklıkta, sokak pazarı 5.   Hare Krishna Tapınağı köşe başında.  Çeşit çeşit küpeler, alına yapıştırilan ‘bindi’ler, ‘kajal’ denilen sürmeler, limon ve acı biberden nazar boncukları, tuk tuklar, şeker kamışı, hindistan cevizi suları, papaya ve kaju dondurmaları,  'jamun' adlı meyveler, ’sabudana’ denen yuvarlak top top kurbağa yavruları gibi bir şeyler, uyuyan köpekler, canlı tavuklar, ‘bilmiyorum ki valla, hiç haberim yok’ derken ki kafa sallamasının ‘evet ‘ olduğu,   her köşe başında bir tapınak, bin tanrı, anlata anlata bitiremiyeceğim  bin hikaye, en yoksulunun bile illa da kırmızı giydiği , pembenin bu kadar canlı tonunun şu köşede  toz bezi satan adama bu kadar yakıştığı ve nedense hemen hemen herkesin dişlerinin bembeyaz  olduğu bir ülke burası.

Eğer gazete okuyup insanın içini daraltan haberleri  görmezsek,  kilimalı arabada giderken yol kenarında yaşayan, dilenen aileleri yok sayarsak,  su kanallarının,  dağlar kadar çöplerin kokusunu duymazsak, aldığımız her işlemeli kumaşın, yastığın, çantanın bir kuruş para  için  saatlerce çalışılarak yapıldığını unutursak,  kırmızı ışıkta geçme   cezasının fişli Rs 100, fişşiz Rs 50 oldugundan hiç söz etmezsek,  Bollywood filmlerinin alacalı bulacalı  danslarını hayranlıkla seyredip, orda burda mokteyl* içersek,  cok pahalı oteller dışına   çıkmassak hayat hiç de fena değil burda.   Siz Türkiye’de nasılsınız?







* alkolsüz kokteyl

Friday, September 14, 2012

Ganesha geliyor!


Günlerden bir gün en büyük tanrı  Şiva’nın hanımı Parvati banyo yaparken  mis kokulu günnük ağacı macunu ile  ovunur sonra da bu macuna  yanlızlığına  yoldaş olsun diye bir oğlan evlat şekli verir, kendinden can üfler, hayata başlatır.  Adını Ganeş koyar. Yeni cocugu ile öpüşüp koklaştıktan     sonra    sarayın kapısının önüne ‘içeri kimseyi sokma, ben banyoya giriyorum.’ diyerek nöbetçi diker. Baba Şiva avdan gelip de kapıdaki bu çocuk onu  içeri almayınca, gazaba gelip  elindeki asa  ile kafasını kesiverir yavrunun.   Daha sonra hatasını anlayıp   fil kafası koyar kestigi kafanın yerine. Kendini affettirmek içinde Ganeş'i  her tanrıdan önce tapılacak, zorda olanları koruyacak, ders çalışanlara zihin açıklığı verecek, eve bolluk bereket getirecek, sanatçıları koruyacak  çok sevilen bir tanrı yapar.

İşte bu tanrının  hayata gelişi  Mumbai’de 10 günlük bir festivalle kutlanacak Eylül’de.   Sokak başlarında küçük büyük atölyelerde tahtına oturmuş fil başlı, insan bedenli Ganeş ve onun arkadaşı farenin  çeşitli boylarda ve pozlarda heykelleri (Ganpati deniyor bunlara) yapılıp boyanıyor. Aileler küçük boy olanlarını  evleri  için  satın alırken büyük, iki, üç insan boyunda olanlar  mahalleler ve şirketler için yetiştirilmeye çalışılıyor. Bu heykellerin güzelliği, detayları ve renkleri görülmeye değer.  Ganeş  çifte lotus çiçeği üstünde oturuyor, bir elinde  sonsuz evreni temsil eden dönen tekerlek ‘chakra’, öbür elinde bir topuz;  bir başkasında  tahtında rahatça oturmuş, yüzünde muzip  gülümseme ile  sağ elinin avuç içinde  evrenin ilk sesi, yaradılışın  sarsıntısı da sayılan ‘ohm’ sembolü ile sevenlerini karşılamaya hazır bekliyor.  En çok satılanlar, başında en pırıltılı süsü  yada Mumbai’deki tapınaklardaki Ganeş   heykellerin benzerleri  olanlar. Kesenize ve zevkinize uygununu bulmak mümkün. Küçük boyda olanlar Rs 800 den başlıyor. Geçen sene çok meşhur olan Agneepath filmindeki muhteşem 10 kollu  devasa Ganeş heykeli de pek rağbette.  

Ganeş’e inancı tam olanlar iki aydır oruç tutuyor. Sabahtan akşama kadar sadece şu içiyorlar, akşam gün batımında tek oğün yiyorlar. İki aydır eti kestiler, sadece sebzeye ve ekmek ürünlerine dayalı bir hayat sürüyorlar.  Ganpati siparişleri  çoktan verildi, heykeller ayın 19 unda ayinlerle  eve gelecek, bereket getirecek, konu komşu, tanıdıklar davet edilecek, kakuleli çay içilip heykelin  güzelliği konuşulacak,  ortalık buhur  kokusu ve mutluluk  ile dolacak, bir gün  öğleden sonra heykel ayinle, dualarla suya bırakılacak.

Bu sadece Ganeş’in suya kavuşma  festivali değil.   Ağustos sonundan başlıyarak irili ufaklı sanat sergileri Ganeş, Şiva   betimli resimlere ağırlık veriyor. Sadece  eski, bilinen Ganeş       formlarından başka post modern, pop art  heykelleri alışılagelmişin dışında da biraz değişik bir şey arayanlarca ilgi görüyor.  Eğer Hint sanatına ilginiz varsa şimdi alış veriş zamanı.  Bu aralar muson mevsimi  olması sizi korkutmasın. Yağmur ılık yağıyor, ve Mumbai de hiç kimse ıslanmayı umursamıyor, şıpıdık terliklerini ellerine alıp hayatlarına devam ediyorlar. Hava oldukça sıcak olduğu için yağmur durunca çok kısa zamanda saçınız başınız kuruyor zaten.

Büyük Ganeş    heykellerinin nerede suya indireceği coktan belli. Küçük heykelleri aileler Mumbai’nin deniz kıyısında sahile indirir, bu festivalin özelliklerinden biri   de  5-6  metre yükseklikteki muhteşem Ganeş  heykellerinin müminlerin ziyaretine açılması. İnsanlar  her gün saatlerce kuyrukta bekleyip  Ganeş’in ayaklarına el sürececekler , sonra   ayın 19 unda caddelerden kortej halinde,  davullar, trombonlar,  trompetler, tefler, deniz kabuğundan borazanlarla dans ederek, dua ederek yavaş yavaş denize doğru yürüyecekler. Bu  muhakkak izlenmeli.  En görkemli gösteri güneydeki Chowpatty  plajında  olacak . Bu sene Mumbai’de 5 büyük  heykel var, ikisi güneyde eski Bombay’de , en büyüğü Lalbaug’da ve iki tanesi de kuzey mahallerinde.  Bu kortejlerin yol güzergahı belli, mahşeri kalabalık  olacağı için eğer  katılmak istiyorsanız sadece fotoğraf makinanızı yanınıza alın, ya da  heykelin geçeceği caddelerdeki otellerden yer ayırtin  daha önceden.   Oldukça pahalı  ve pek yaygin olmayan bir seçenek ise, tekne kiralamak. Karşıdan, deniz tarafından Ganpatilerin insan denizinden yavaş yavaş  dualar ve şarkılar eşliğinde çekilerek, itilerek Arap Denizi'ne  bırakılmasını,  tanrılarının denize kavuştuğunu gören  kalabalığın heyecanını, sevincini , dileklerinin gerçek olacağına inancını  unutulmayacak.

Eğer erken davranırsanız deniz kenarındaki otellerde konaklıyarak balkonunuzdan izleyebilirsiniz bu şöleni, aynı otellerin barları ve terasları da aşağıdaki kalabalığa karışmadan izlemek için çok uygun. Başka bir seçenekte  Mumbai gökyüzünde 15 dakikalık helikopter turu ile bu muhteşem karmaşayı izlemek. Kuzeydeki Juhu havalanında   kişi başı Rs 10.000 ile sadece bir korteji değil bütün şehirdeki  heyecanı görmek mümkün.  Biraz fazla fiatlı bir seçenek olsa bile kuş bakışı  Ganeşi   görmek hayatta her zaman yapılacak bir şey değil.  Ne yazık ki helikopterde fotoğraf çekme izni yok ve  önceden rezervayon yapmanız gerekli.

Eğer  çılgın kalabalıklar size göre değilse, Juhu plajının kuzey tarafına doğru yürüyün.   Festival boyunca günün her saatinde aile babalarının plajda heykellerini  başlarının üstünde taşıyarak ilerlemelerini, suya bırakıp, dualarını edip, kıyıda sevinçle bekleyen ailelerinin yanına dönmelerini izleyebilirsiniz. Onların sevincine katılmanızdan çok hoşlanırlar, hele Ganpati'lerin fotoğrafını çekmenizden çok gururlanırlar.  Yollar, sokaklar, caddeler bu on gün içinde denize doğru yürüyen Ganeş heykelleri ile dolacak.  Aslında  her türlü su  Ganeş’in kavuşması için yeterli. Şehrin daha  kuzeydeki küçük göllerde  üç beş aile yada bir iki mahalle büyük bir heykelin peşinden  göllere  gidecekler.   Hangi göle hangi çeşit Ganeş’in gideceğini  de öğrenebilirsiniz kolayca.

Bu kadar alçıdan renkli boyanmış heykel, bu kadar kısa zamanda denize bırakılınca doğa korumacıları endişe ediyorlar. Bu festivalden iki hafa sonra bile genelde de pek temiz olmayan plajlar, kıyıya vurmuş Ganeş heykelleri ile kaplanıyor.  Heykellerin doğal olmayan boyaları, kullandıkları sentetik malzemeler suları kirletiyor, su kanallarını tıkıyor. Bu sene Mumbai belediyesi ‘eko Ganeş’  heykellerini yaygınlaştırmaya çalışıyor,  su ile temas edince unufak olacak ve ekolojik dengeye zarar vermeyecek malzeme kullanılmasını öneriyor. Doğal boyalar yapay boyalar kadar pırıltılı, parlak ve ışıl ışıl olmadığı için  renk cümbüşünü seven Hint halkı pek rağbet etmese de, bu sene daha dikkatli olacaklarını söylüyorlar.

THY düzenli seferleri ile İstanbul’dan Mumbai’ye ulaşmanız 6 saatinizi alır.   Bu yıl Eylül 19 da başlayıp 10 gün sürecek Ganpati festivalini kaçırmamanız için yeterli vaktiniz  var.


Wednesday, September 12, 2012

temple on a sunday



 Almost every Sunday I go to an old small temple opposite the big modern Hare Krishna Temple in Juhu. I leave early in the morning when the streets are dotted with sleeping dogs, sleeping men and children. At the end of the street a peacock is already up and standing on the gate of a bungalow. He is hungry but quiet, hasn’t opened its tail yet, looking towards the market for people to bring him some food.
The market between me and the temple is just waking up, little kittens prod little orange flowers left over from yesterday, the vegetable sellers are examining their faded green cucumbers and yellow tomatoes deciding how to arrange them on their stall today. The bindi shop is not open yet, the glass bangle stall owner-the bindi man’s sister in law is looking for the key in the waves of her sari.  The street misty with smells of sweet incense offerings.

 The temple is easily found, Shiva is sitting on the temple roof with a crescent moon on his head and real water sprouting out of his matted hair. I go in under two black elephants and in a small basket I collect a coconut, two small bananas, a couple of white long stemmed buds, a cracked beetle nut. I go in the temple with the basket; there is a bell dangling from the ceiling- a sign in Hindu next to it and a young man sitting on the floor with his prayer books and oil cups. Last week he stamped red powder on my forehead, this week he smiles at me.  The first god I go to is the Monkey God. Hannuman with his human body and monkey tail, palms together stands gazing calmly at me putting my basket on the mantelpiece. 

The next windowless room has a coiled metal cobra right in the middle. The mural on the wall shows everybody immortal. Shiva is there, his wife, their human formed child and elephant headed one, the little mouse, the monkey god, they are all there, sitting by a big mountain, very happy, very content with us mortals down below. There is a sign on the wall to remind devotees to pray for themselves and not to send their maids or drivers to do it for them.  A quiet recording of ‘Om Namas Shivaya’ repeats in the air. Then I visit other figures of serene faced, smiling, bright eyes colossally kajaled, lovingly decorated gods. I put little flowers on their toes, look at their comfortable and confident smiles, earrings, necklaces and little shiny cloaks over their heads.  A big, jet black cow sits facing the cobra, garlanded with orange flowers.

Outside a tree as old as our families reclines to one side. Seven times it needs to be circumnavigated, I cling to the little basket of coconut and bananas, tiny little ants and flies join the walk with me. Next to the tree little sacred Tulsi plant waits for its turn to be watered.  Dizzy with the journey around the tree my small cup of water goes allover the plant.

Then it is over; I transfer my little basket of goods to a small bag. I touch the bell hesitantly and it gives out a lively brass sound promising other bells to be rung, other temples to be visited. The young man on the floor puts another red dot between my eyebrows and reveals the secret message by the bell*. I find my shoes and leave the small temple to a bus full of people with yellow powder on their forehead. It is getting busy.

There is a long, hot and crowded market to go through. I walk purposefully swinging my little white plastic bag full of hope, coconut, and two little bananas. Until next Sunday.




*I assumed it said something like ‘Don’t touch the bell if you are not a believer’ or ‘ Ring only at sunset’ or ‘5 times after the prayer’. I asked what it meant.
It reads  ‘turn your mobile off’.

Tuesday, September 4, 2012

Monsoon


The bright yellow sun, which plays with the sequins of the saris and sends arrows of heat between the dusty green leaves of coconut trees is gone. The azure heavens have changed in to a dull pale grey of a disappointing English summer. It is hot and humid. The piles of rubbish in the corner, the sleeping dogs on the pavements,  the sweaty young workers on their chai break,  the cooing pigeons, the  fragrance of the white flowers on the street know that the rain is coming; they want it to come to stop this sweet, sticky, smelly burden of a wait.  The first drop mixes with the workers’ beaded sweat, brings hope of coolness, and a light  fresh breeze.


Then a wall of water comes down. The best thing to do is to go under a shoe repairman’s shack or under a tree.  The dog and the workers accompany you to the shelter. Pigeons become fluffy in the rain, the white flowers are crushed under the raindrops. You wait until you cannot get wetter and start walking to wherever you wanted to reach. It is better to walk since the roads are ‘waterlogged’ and the traffic is as heavy as a wet blanket. 

Nothing moves. The rickshaws have rolled down their little plastic curtains. Their drivers sitting on one leg showing a very dirty left sole are calm, they have waited for Godot quite often, they know this is going to be a long journey.   Their passengers bury themselves in their phones. If you are stuck in a car you are surrounded by the chaos of rickshaws wheezing, red busses ‘bot, bot, boting’ their horns, Tempos swaying with their loads -always a man or two sitting at the back looking unbelievably tired and fed up, vehicle doors opening and a crimson red spit jetting on the street with a 100 % precision.  Wet saris, wet schoolgirls with double hair braids in khaki school uniforms, wet dogs, wet goats, wet cauliflower man pushing his cart, wet blob of hijabs, wet Muslim caps and beards whirl around the car.  Entire wet families on one motorbike including their shopping, babies sleeping in mothers’ arms, older ones sitting in front of their dad the rider converse about daily chores. Water runs in small torrential rivers, everything on wheels honks.  A heartbreaking ghazal fills the car radio, you shiver with the A.C., worn out windscreen wipers give out a periodic swiping sound to the right, to the left, to the right again. Your eyes get tired of this wetness, this buzz, this crowd of people trying to get somewhere like you.  Have read the papers, every single news item about life in India, about celebrities you haven’t heard of before, had inner monologues with your boss and wife and outer monologues with the driver.  Now you want a cup of tea, stretch your legs, want to shout at or attack the man who is pushing in the tinniest gap between your car and the pavement. You wish you were somewhere else.

Beyond the crowd around you, on the pavements, the usual bamboo stick and a blue tarpaulin of a house of the street dwellers metamorphose into little cubes. Every side of the cube is wrapped with plastic covers. Whatever they have gathered as a rag, plastic and waterproof covers a gap, in the evenings smoke comes out of a make shift hole functioning as a chimney. Children in their birthday suits, a thread wrapped around their belly wash their body in the bucketing rain. Their mothers dripping beads of water look at the rain  the edge of the saris pulled down to their forehead, squatting on wet pavement.   A man uses the street wall to pee openly. The traffic does not move.

 Across the road ‘waiting workers’ sit solidly on their bare feet. When it rains this heavy, there is little hope for work. But they still wait. May be some one will come and pick them to flush their drains or sewage pipes clogged with floating one flip of a lost flop, old coconut husks, plastic bags, broken oil burners and palm tree leaves.

  The women workers sit in their bright saris dripping wet waiting until it is dark and time to leave. The streetlights are on now; when they reach home they will make a fire and gather their children gnawing stale Parle biscuits.  On her small fire in a small pot she will dice some potatoes, onions and some indiscriminate vegetables they will eat before falling asleep.

  You roll down the car window for a bit of fresh air. The smell of the burning fire mixes with fried food, wet clothes, warm rainwater and strong incense.   After two hours in the car, listening to the tapping of the water on the roof you wonder why on earth some one thought ‘Monsoon’ was a romantic name for a clothes shop…