Sunday, December 16, 2012

15/12/2012


‘Siz planlar yaparken başınıza gelen şeye hayat denir’. Der John Lennon (kötü bir çeviri oldu, Zeycan arkadaşım daha iyisini yapar). Cuma akşam Nick 18.55 uçağı ile iki haftadır çalışıtığı Delhi’den gelecek, sakin sinemalı bir hafta sonu geçireceğiz, Noel biletleri alınacak, gizli yılbaşı hediyeleri planlanacak sonra da Pazartesi sabah işe, okula gidilecek.  Buraya kadar iyi.  Nick ‘kendimi iyi hissetmiyorum’ dedi, ‘aman buralarda dikkat etmek lazım’ diye hemen acile götürmek için  onu almaya hava alanına gittim. Uçak bir buçuk saat gecikti  ve  ben  bir buçuk saat kah elimdeki kitabı okuyarak, kah gelen giden insanları masala çayı eşliğinde seyrederek havaalanında bekledim. Ortalarda tuvalet yok, bilgi alınacak bir adam yok, kalabalık içinde dehşetli tek başınalık ile bekledim durdum.  Sonra bir baktım ki içi hat değil dış hatmış, başka havalanına gittim o Cuma akşamı trafiği ile.    Nick Mumbai sıcağında takım elbise ile bizi bekliyor, yorgun, hafif ateş, hasteneye vardığımızda ne Nick’de ne de bende konuşacak hal kalmamıştı.




Hastane buranın en pahalı hastanelerinden biri. Acilde bizi  hemen aldılar,  üşütmüsde olabilir, veremde, zatürre de Dengue de. Sıtma olma şansı da yüksek.   Testler yapılacak.   Demek ki burda kalınacak bu Cuma akşamı . Nick’in  ve Kitty’nin hastane maceraları meşhurdur, Kitty  küçükken  çok hastalanırdı, o kadar çok ambulans çağırmıştım ki,  yolda gördüğü beyaz arabalara ‘benim ambulansım’ derdi.    İngiltere’de kaç kere gece yarısı Nick’i hastanelere taşıdığımı anlatamam. Alışkın olmalıyım ama yine de uzakta olmak zor. Konuşacak kimsenin olmaması en uzak yer.  Arayıp ‘imdat!’ diyebileceğim kimse yok yakınlarda. Hem burası ‘Hastane’ dizilerinin çekildiği yer değil,  ‘Grey’s Anatomy’ dizisi hiç değil.  Hindistan’ın 4 Bungalow’ında açık balık pazarı, uyuyan köpekler ve tuk tuklar, sokak yaşıyanları, dilenciler, gecekondular arasından  gidilen 15 katlı bir hastane.  Doktorlar  iyi İngilizce  konuşuyor, hemşireler biraz, öbürküler hiç.  Beş dakka da bir gidip ‘ne oluyor, doktor nerde’  diye soruyorum.   Kendi aralarında Hint’çe konuşuyorlar biz bakınıyoruz Nick ile.  Acım, yorgunum, çay istiyorum. Ama röntgen çekilecekmiş, onu bekliyoruz. Yarım saat sonra küçük röntgenci geldi. Herkes onu beklediği için en önemli adamlardan biri Acilde.  Her gün yolda gördüğüm binlerce Hintli yüzden biri. Mobiletinde arkasında hanımı  ortada bebeği kendi önünde küçük çocuğu ile kasksiz, umursuz, boş bakışlı bir adam. Beni ordan oraya itiştiriyorlar neyse röntgen çekildi ‘evet biraz enfeksiyon var, yatıralım’. Peki yatırılsın. Hemen para konuşmaya başlıyor. Acile gitmek Rs 1000,  peki, tek kişilik bir oda Rs7000 ve kapora olarak bir lakh istiyorlar. 1 lakh ne kadar? £1000. Ona da peki.  ( £1 , 2.5 lira . ona gore hesaplayin, benu ugrastirmayin lutfen).Bir binadan ötekine elimde kağıtlarla koşturuyorum, aynı dili konuşsakta  bürodaki kadınla benzer şeyler anlamıyoruz. Ankara'da ‘simit’ isterken ‘gevrek’ derseniz nasıl yüzünüze bakarlarsa aynen öyle bakıyorum.  ‘taşımak, götürmek’  yerine ‘değiştirmek’ kelimesini kullandıkları için, neyi kimi değiştirip, neyi kimi taşıyacaklarını anlamıyorum. Sonunda Nick'in 15. Kata  çıkarılağacını anladım, koskoca hastane yatağının peşinden çantaları, ceketleri salkım saçak taşıyarak odaya çıktık. Oda tabii  ki hazır değil. Tuvalet kağıdı isteyip peçete, çay için sıcak şu isteyip musluktan akan sıcak şu  gelince biraz huysuzlandıysam da  artık sesimi çıkaracak halim ve gücüm kalmamıştı.

Nick’i orda bırakıp eve yollandığımda saat 12.30 du ve yollar gece hayatını daha yarılamamış insanlar ile doluydu. Kızım evde çoktan uyumuş,  klimasını açtım, en iyi arkadaşımın eşinin ölümünün 7. günüymüş yarın, ona ağladım biraz, ne kadar çabuk geçiyor zaman,  evin içinde ne yapacağımı bilemeden dolaştım,  bütün ışıkları açtım, kapadım, camdan dışarı hava alanında inen kalkan uçakların kırmızı ışıklarına baktım, ablamla konuştum,  çay içtim gecenin o saatinde. Sonra yattım, pencereyi açıp tül perdeyi çektim, dışardan gelen sokağın gürültüsü  ile Ankara’da annemin evinde olduğumu sanarak ağır, rüyasız bir uykuya daldım.


Tuesday, December 4, 2012

Yilbasinda Hindistan


Eğer her yılbaşında aşağı yukarı aynı yerlere gidip, aynı şeyleri yiyip, benzer içkiler içiyorsanız, bu yıl Hindistan’ı deneyin.   İlk önce Delhi’ye uçun.   Sabahın çok erken saatinde Delhi’ye göre soğuk ama Türkiye’ye göre ılık bir sabah sizi karşılayacaktır. öğlene kadar dinlenin, sonra  yemek için  kaldığınız otelde midenize çok fazla dokunmayacak, baharatlı tavuklu pilav ‘Biryani’ ve cacık benzeri ‘raita’ ile karnınızı bir güzel doyurun. Sonra bütün gün, Eski Delhi pazarında ilk Hindistan deneyiminize başlayın. Sokakların kalabalığı, insanların türbanları, sariler, dar paçalı pantolon üstüne giyilen şalvar kamiz tunikleri ile insanlar, köpekler, bisiklet arabaları, şallar, ordan burdan gelen şıkır şıkır şarkılar, sabah kepenk açarken günün iyi geçmesi için yakılan tütsü kokuları arasında  nereye bakacağınıza şaşıracaksınız.  Pazarda envai çeşit buhur, koku, şal, şıpıdık terlik pazarlık yapılmak için sizleri bekler.  Size söyledikleri fiatın yarı fiatından azı ile başlayın pazarlığa; arada bir yerde buluşursunuz. Sokak köşelerinde dönerci bıçağı kadar keskin bıçakla bir hamlede kesilen hindistan cevizi, nuh nebiden kalma merdaneli makinalar ile çıkartılan şeker kamışı suyu  ile tanışmanın vakti  de gelmiştir.  Başı en kalabalık olan satıcılardan cam bardak yerine kağıt bardaktan içmenizi  malum  temizlik nedenleri yüzünden öneririm.

Pazardan sonra ‘India Gate’ e yollanin. Bu  savaşlarda ölen askerlerin anısına   yapilmis 42 metre yükseklikte bir anıt.  Pamuk şekerciler, kınacılar, telden burarak yapılmış oyuncak bisiklet satıcıları RayBan gözlükçüler, temiz, geniş yeşil alan  Hindistan’in sadece tapınak ülkesi olmadığına kanittir.  Daha sonra Gandi’nin alçak gönüllü, sakin hayatı ve şiddetten uzak felsefesinin  yansıdığı anıt mezarında uzaktan gelen tuk tuk sesleri, kuş cıvıltıları arasında dinlenin biraz.  Akşam yemeğini  ya otelinizde ya da Delhi’nin modern restaurantlarında yiyebilirsiniz. Delhi insanı turiste çok alışıktır. Başkent olmasının getirdiği düzenlilikte taksi bulmanız kolay, gece ana caddelerde dolaşmanız  da.  Yine de düzenli çalışan Metro’da  çantanıza dikkat etmeniz gerekir.

Ertesi gün Hindistan’da göreceğiniz en güzel tapınaklardan biri olan devasa Akshardham tapınağına gitmeye hazırlanın. Giriş ücreti yok, ve çok uzaktan  yapının şeker pembesi rengi dikkatinizi çeker. Kum taşı ve İtalyan mermerinden yapılmış bu muhteşem yapı, yerdeki mozaikler, fil heykelleri, muazzam fiskiyesi ile rahat rahat dolaşabileceğiniz tapınaklardan biridir.     Öğle yemeğini   Café Coffee Day isimli küçük kafelerde küçük börekler, çay, güzel kahve ile geçiştirin. Kafeler klimalı ve temiz, hiç denemediyseniz baharatlı, sütlü  masala çayı ve acılı peynirli börekleri denemez gerekir.   İyi dinlenin çünkü öğleden sonra Red Fort (Lal Qila) ya gideceksiniz, Şah  Cihan zamanından kalma bu kaleyi görmek nefesinizi kesecektir.

Deniz kumundan yapılmış gibi duran bu kırmızı kale- ki kale  değil aslında surlarda çevrilmiş eski bir yerleşim merkezi- çocukluğunuzun peri masallarına götürecektir sizi. Büyük kapıdan içeri girerken etrafta türbanlı sarili Hintliler, ayak bilekleri zilli halhallı  çocuklar,  bir iki maymun, daha sesine alışamadığınız bu dil bir peri masalının içinde olduğunuz hissini pekiştirir. Mermer işçiliğinin güzelliği, duvarlardaki resimler,   işlemeler, duyacağınız hikayeler, Moğol yada başka bir değişle  Babür Hükümdarlığını tarih kitaplarından çıkartıverir. Aman dikkat, ortalıkta dolaşan su şişenizi almaya çalışan  maymunlar, dışarda ise peşinizi  bırakmayan satıcılar  canınızı sıkmasın.

Delhi büyük, gezilmesi  rahat bir şehir. Türkiye’den tur ile de gelebilirsiniz, eğer daha cesursanız  kendi başınıza da yola cikabilirsiniz. Günü birlik taksi tutmak  yol sorarak, kaybolarak dolaşmaktan kurtalacaktır sizi.  Taksileri kaldığınız otelden ayarlıyabilirsiniz. Türk olduğunuzu duyunca ‘sadece sizin için özel fiat' vereceklerse de pazarlık etmeği unutmayın.

Geziye Delhi'de başlamanın en iyi tarafı Taj Mahal’i görme imkanızdır. Taj Mahal Delhi’ye 5 saat uzaklıktaki Agra kentinde. Agra’da  sivil hava alanı yok ve tek ulaşım kara yolu ile. Eğer Clinton’un kızları ve  Prenses Diana kadar şanslıysanız özel uçağınızla da gidebilirsiniz tabii. Delhi Agra arası  kara yolu düzgün, trafik kontrollü ve 2.5 saat sonra mola verilecek yerlerde sucuk ve mercimek çorbası bulunmasa da pilav ve kara mercimekten yapılan  Dhal üstüne masala çayı sizi Agra’ya kadar tok tutacaktır. Yol boyunca büyük Hindistan platosu ve Yamuna nehrinin bereketi, develer, inekler, palmiye ağaçları, pirinç tarlalari, tek katlı en yeşil, en pembe, en kavunicine boyanmış derme çatma binalar arasında mobil telefon reklamları, ‘Thums up’ kola ilanları , kağnı çeken şu bizonları, eğer şanslıysanız bir iki fil sizi meşgul edecektir.

Taj Mahal Agra’ya girerken uzakta, bulutların yada şehrin puslu havasının arasında ışıltılı kubbesi ile hemen göze batar.   Aşağı yukarı her yerden fotoğrafı çekilebilir ve  çekilmiştir zaten.  Bulmanız çok kolaydır. Agra’da her yol Taj Mahal’a çıkar.   Taj Mahal, Şah Cihan’ın  pek yanından ayırmayı sevmediği, karnı burnundayken bile alıp da savaş meydanına birlikte götürdüğü,  14. çocuğunu   Sultan çadırında dünyaya getirirken ölen hanımının anısına yaptırdığı bir anıt mezar.   Koskocaman yeşil bahçenin içinde pembe mermer beyazlığı ile dört  minare gibi  kulenin arasında sakin, serin, sultanlara layık görkemi  ile öylece duruyor.    Tam karşıdan bakarsanız binanın simetrisine şaşmamak elde değil gerçekten.  Taj Mahal’in  en güzel göründugü zaman gün doğuşudur. Yani sabah  6.00 da.  Sabahın köründe orda olmak için giriş biletinizi bir gün önceden almak ve otelinize sizi erken uyandırmalarını söylemeniz gerekir. Alaca karanlıkta aynı  yöne doğru hızlı hızlı yürüyen gruplara sizde katılın, kuyrukta biraz bekledikten sonra, karşınıza bütün haşmeti ile çıkacaktır Taj.  Saat 6.00  da bile kalabalık olduğu için fotoğraf çekmek biraz zor, en güzel fotoğraf yeri giriş kapısınn sağında tuvaletlerin yanıdır.

Taj Mahal, eğer hikayesini bilmezseniz sadece beyaz,  bakılması güzel bir yapı. Eğer bir rehber bulursanız size tarihini , hikayesini, mermer işlemelerinin detaylarını, binanın içinde bakılacak yerleri gösterir ve o zaman Taj Mahal’in neden bu kadar ünlü olduğuna hak verirsiniz. Binanın içine ayakkabı ile girilmesine izin verilmiyor, rehberler – genellikle- sizin için mavi galoslar da getiriyorlar. Galosunuz yoksa ayakkabılarınızı  çantanızda taşımak zorunda kalabilirsiniz.

Taj Mahal’de  bütün gününüzü gecirebilirsiniz  ama içerde su da dahil hiç bir şey satılmasına izin olmadığı için açlık susuzluk canınıza tak edip otelinize dönüp güzel bir kahvaltı etmek için iki üç saat yeter.

Kahvaltıdan sonra   Şah Cihanın ölümüne kadar oğullarindan biri  tarafından  hapsedildiği Agra Kalesini (Agra Fort) gezmeye gidin.  Şah ölünceye kadar balkondan hanımının mezarını yaşlı gözlerle izlemiş, bu kale Taj Mahal ve kıyısındaki  ırmağın unutulmaz fotoğraflarını sunar size. Mekanın işçiliği, odaları, ırmak, Taj Mahal, insanlar, hikayeler, yorgunluğunuza degecektir.

Agra’da kalan vaktinizi mermer tozundan yapılmış küçük Taj’lar, kolyeler, yarı değerli taşlar için alış veriş ile geçirebilirsiniz.   Rehberiniz size yardım edecektir, ama aşağı yukarı her köşe başında benzer dükkanlar bulmak mümkün.

Agra’dan sonra ya Jaipur yada  Mumbai’ye geçin.  Jaipur da aynalı elbiseler, cayır cayır renkler, kavunici tonlu pembe binalar, kumlu sokaklar arasında cam bilezikler, tahta bebekler, deve derisinden ceketler  alarak dolaşabilirsiniz , Moğol imparatorluğunun izleri, taaa o zamanlardan kalmış astroloji merkezinde  (Jantar Mantar) hiç bozulmamış gökbilim  izleme binalarına şaşacaksınız ama eğer bunlar ilginiz çekmezse kalkın Mumbai’ye gelin. Mumbai Yılbaşına çoktan  hazırlandı. Zaten ışıl  ışıl  olan sokaklar bu sefer  Noel süsleri ile donandı, 33 derecede Noel babaya inanmak biraz zor olsa da  yılbaşı alış verişi için  Gucci’den Tommy’e  Jaguar’dan Bentley’e  ucuz kolyelerden sariye kadar, sokak pazarlarından inanılmaz pahalı AVM  arasında ne isterseniz  bulabilirsiniz.

Hava Delhi’den daha ılıktır, hirkanizi hic kullanmiyacaksiniz artik. Açık hava çamaşırhanesi,  uzun isimli (Chhatrapati Shivaji Maharaj Vastu Sangrahalaya Muzesi ),çok güzel müzesi,  mavi muşambalı gecekondu alanları , her köşe başında tapınaklar, ayinler,  Arap Denizi kıyısında akşam üstü gezmeleri ile değişik bir zaman geçirirsiniz Mumbai'de.

Yılbaşını  her otelde yapılan partilerde geçirebileceğiniz gibi Mumbai’yi boydan boya süsleyen deniz kenarında da kutlayabilirsiniz. Eylenceyi seven Mumbaikarlar  hem Noel’de hemde Yılbaşında havai fişekler, ses bombaları, balonlar ile yine sahilde olacaktır. Gece sadece makinanızı alın yanınıza; eylence  dozunu asmaz  ve eli sopalı polisler size güven versede   yinede dikkat etmek lazım.

Eğer şehir hayatı size fazla gürültülü geldi ise, Mumbai’den biraz uzaklaşmak isterseniz  güneye, Bangalor’a gitmeniz iyi gelir.  Bandalor'dan 6 saat suren yolculuk  İngiliz  egemenliği zamanına  Mysore’a götürür sizi.  Kocaman konaklar, tavanlarda asılı  pervaneler, verandalar ,   bir zamanlarin uzun elbiseli , eli dantel şemsiyeli  İngiliz hanımlarının,  beyaz keten takımlı beylerin  izlerini taşır.

Bir iki saat ötede Hampi’de  artık yok olan bir zamanın kalıntıları ile iç içe olacaksınız.  500 den fazla anıt, 100 den fazla gezilebilecek yer olduğu için bir, iki günden fazla zaman ayırmanız gerekiyor.  Koruma altına alındığı   için büyük otel   ve kutsal bölgelerden biri sayıldığı için içki satışı yok. Hassan da kalıp günü birlik geziler yapmak lazım.  Hampi daha turistlerin  çılgın istilasına uğramamış, hayat sakin ve yavaş.  Yorucu bir tatili noktalamak için en iyi yer.  Orada  yapılan alkolsüz parfümler, günnük ağacı sabunları, muz ağacından kalemler alınabilecek şeylerden bir kaçı.  Kocaman kaya tepelerinin üstünde itseniz düşecekmiş gibi duran  üç dört otobüs büyüklüğündeki taşlardan tutun da, tırmanılması imkansız gibi gözüken kaya kütlelerinin arasına sıkışmış gözlem evleri,  Roma tarzı su yolları,  yağmur yağdığı zaman müzik çalan anıt mezarlar, taşlara    kazinmis en narin tanri heykelleri, tapınak duvarlarında hikayeler, muz ağaçların arasından yürüyerek  gidilen  kır  kahvesinde   sedirlere oturulup önünüzen akıp giden  Tungabhadra   ırmağı kenarında muz çiçeği pilavı yiyerek geçirilen bir akşam üstünden sonra,  bir sonraki yılbaşında yine değişik bir şey yapmak isteyeceksiniz. Benden söylemesi.

Saturday, November 10, 2012

Cumartesi


Sevgili Atam,

Bu Cumartesi ölümünüzün 79uncu yıl dönümü. Benim hatırladığım 10 Kasımlar, Ankara’da Sonbaharın bitip Kurtuluş Parkı ağaçlarının hızla yapraklarını düşürmeye başladığı zamanlardır, havada kasımpati  ve kesif meşale yağı kokusu vardır.  29 Ekim konuşmaları, törenleri anca bitmiştir, bayraklar inmemiştir bile. Ben o zamanlar izciydim,  Ankara Koleji’ndeki büstün hazırlanması, üniformalarımızın temizliği  fularların kıvrımının düzgün olması ve hangi bayrağı kimin taşıyacağı önemli olaylardan biri olurdu. Sabah bütün okul öğrencilerinden önce gider bakardık her şey yerli yerinde mi diye.  İçimiz üşüyerek saatin gelmesini beklerdik,  torende haykırarak okunan şiirler genç ruhumuzda fırtınalar falan da koparmazdı aslında. Ama   bilirdik saat dokuzu beş gece  okul duvarlarının dısında her şey kesin sessizliğe bürünmüştür.  İnsanlar arabalar, taksiler ,otobüslerden inip, hiç kımıldamadan  hazırolda bir dakika   durup   sonra yollarına devam edeceklerdir. Ankara kırmızı bayraklarla sizin kah trenden bakarken, kah uçakları izlerken yada Kocatepe’de düşünürken ki boy boy resimlerinizle donanmıştır.

O zamanlar çok geride kaldı, artık büyüdüm, Türkiye’den çok uzaktayım. Eğer Ankara’da olsaydık bu yıl, kızımı ve eşimi alır Anıt Kabir’e giderdik çoğu Ankara’lı ile birlikte. Her yaz sıcakta gittiğimiz uzun Arslanlı Yolda vakur biz de yürürdük, utançtan yüzünü kapamış, okuma yazma bilmeyen  kadına şöyle bir göz atardık, sol tarafta  asker, mühendis, aydın heykellerini bir kere daha anlatırdım kızıma.  Sözlerini hatırlamaya çalışarak İstiklal Marşını söylerdik haykırarak bütün Ankara'lılarla birlikte. Sonra da Anıt Kabir müzesine gider, sizin arabalarınıza, silahlarınıza, el yazınıza bakardık. Okuduğunuz  kitaplara  Fransızca düştüğünüz notlara, kahve fincanınıza goz atar, savaşta giydiğiniz  kaşındıran üniformaları bir kere daha görür, gözlerinizin ne kadar mavi, ne kadar ‘kerli ferli’, ne kadar heybetli olduğunuza bir kere daha hayret eder, siyah smokin ile balolarda neler konuştuğunu hayal ederdik.  Müze dükkanında sizin profilden silüetinize benziyen bulut resimli kartpostal alır, Atatürk imzalı  kravat iğnesini ‘Nick takar mı acaba’  diye Kitty ile kıkırdaşırdık.

Ama orda değiliz,  Başka bir  Cumhuriyette   başka bir demokratik ülkedeyiz. Baş şehirlerinde sizin adınızı  verdikleri bir büyük cadde var.   29 Ekimde büyük tören yapmışlar orda, biz de burda kutladık 89. yılı. Bir gün sonra kutladık   ama olsun, güzel güzel giyindik, eski zaman 29 Ekim balolarına gider gibi süslendik,  Yakama bayrak rozetimi taktım, eşime Atatürk olanını. Bir sürü insanlarla tanıştık orda, onlar da güzel güzel giyinmişler, uzun şıkırdılı elbiseler, sariler, türbanlar; Türkiye’yi tanıyanlar da vardı, daha hiç gitmemiş olanlar da.  Ordan burdan konuştuk;  bize içinde karpuz taneleri olan nar şerbeti ikram ettiler,  narın güzelliğinden, Türkiye’nin yemeklerinden, gezilecek yerlerinden konuştuk.  Sonrada  darbukalı, kanunlu, kemanlı fasıl heyeti dinledik. ‘deli, divane gönül’ diye dum tekeden evvel, film salonlarında  bile milli mars çalınan bu ülkede  hele Cumhuriyet gününde Istiklal marşı söylenmeyince biraz mahsun olduk.  ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dedi Başkonsolos, bir de güzel anlattı ne demek olduğunu.    Gözüm doldu, elim ayağım titredi. Uzakta olmak zor şey.

Türkiye’de de olmak pek kolay değil anlaşılan. 29 Ekim de Anıt Kabir'e gitmek için çok uğraştılar,  akşamda Cumhuriyet Balosu olamadı bildiğim kadarı ile. Olsaydı da çok az politikacı sizin kadar yakışıklı dururdu kalabalığın önünde. Torenlerde siyah fötr şapka  elinizde  balkondan ahaliyi gururla selamlayan bir siz vardınız sanki.

Bu sene ne yapılacak Türkiye’de bilmiyorum*, dedim ya uzakta olmak çok zor.  Burda benim  bayrağım var, gittiğim her yere götürdüğüm, kırmızi beyaz balonlarımda var.  Burda otururum balkonuma, şöyle güzel bir Türk kahvesi yaparım, sizin  hasır sandalyeli, yuvarlak masalı bir fotoğrafınız  var ya, beyaz takım elbise ile oturmuşsunuz, ayak ayak üstüne atmış şöyle bir soluklanıyorsunuz, bol köpüklü,  sade bir kahve eşliğinde. Ben de aynı öyle yaparım, Sizden sonra ‘onder’ diyebileceğimiz kimsenin çıkmamasını, artık genç olmasam da hitabenizdeki birinci vazifemi düşünüp, sevdiğiniz şarkılardan bir iki tanesini  dinleyerek kendi yaptığım kahvemi içerim burada.



*Türkiye ayağa kalkmış, Anıt Kabir’e akmış vatandaş, İzmir’de Atatürk portresi çizilmiş insanlarla, İstanbul bayrak içinde.   Bu bilgileri bir gün sonra ekliyebiliyorum, Internet bağlantısı bir geliyor bir gidiyor.



Sunday, October 28, 2012

bu Pazar


Dün kızım bir haftalık okul gezisi için yola çıktı. Kuzeyde adını daha önce hiç duymadığım bir yere gece treni sonrada 8 saatlik otobüs yolculuğu ile gitti. Türkiye’de  Varan, Ulusoy rahatlığı ile İstanbul Ankara’ya izin vermeyen babası izin verdi, o da oynaya zıplaya bindi gitti. Evimiz genç kız müziği, mis gibi şampuan kokuları, çukulata ve dondurma kaplarının izi ile kala kaldı.  Bizde kalktık  buranın en yüksek otellerinden birinin en yüksek terasında gün batımı içkisi içmeye bir partiye gittik. Hava o kadar kirli ki güneş daha ufka yaklaşmadan boğuk, puslu, bulanık  gökyüzünde kayboldu. Gün batımı  romantizimi falan  görmedik. Gece oldu, İstanbul kadar deniz trafiği olmadığı için   deniz karardı ve manzara bitti. Sokakların, denizin pis kokusu terasa kadar gelemediği için nerde olduğumuzun farkında olmadan  aşağıdaki gecekonduları, yoksulluğu,  başka ülkelerdeki Ekim sonu hırkalarını,  kurban bayramını,  özlediklerimizi, özlemediklerimizi konuşarak abuk subuk kokteyler içtik.  Karpuz suyu, fesleyen, votka ve limon suyu ile  sarhoş olunmayacağını da keşfettik bu arada. Aklımın yüzde 80i Kitty ile birlikte ‘acaba  her şeyi söyledim mi?  trende kimse ile konuşma, tuvalate iki kişi gidin, kimsenin verdiği bir şeyi yeme’ dedim mi yeteri kadar diye  kendi kendime konuştum. Geri kalan yüzde 20 telefon sesini dinledi, bilmem kaç kere ‘mesaj gelmiş mi, okul aramış mı’ diye baktım. Hayır aramamışlar, mesaj da gelmemiş, demek ki her şey yolunda.

Sabah erkenden kalkıp çay, gazete, radyo üçlüsü ile güne başladım. Karşı  balkonda yeşil papağanlar çoktan çığrişmaya başlamışlar bile. Benim balkonuma da gelsinler istiyorum, hu çeken kumrular ‘olmaz öyle şey’ diyorlar,  ‘burda biz varız’. Aşağıda  çöpçü  çan çalıyor, kavalci kaval. Seyyar tapınakçı ineği ile günnük ağacı tütsüsü  yakmış iç parçalayan cızırtılı  Hamiyet Yüceses sesi ile ilahiler okuyor.   Her sabah havlayan köpek bu sabah ta havliyor,   Nick uykuda, Mumbai de hayat sıradan, sıcak mı sıcak bir Pazar sabahı rutubeti ile  saat 9.00a yollanıyor.

Yola çıkma zamanı. Şehrin güneyindeki en eski tapınaklardan birine gitmek nerdeyse bir saatimi aliyor. Bu tapınak Shiva’nın olgun ve kaytan bıyıklı halini gösteren bir tapınak,  her yer yüzyılların rengini deşitirdiği biraz sararmış beyaz mermerlerle döşenmiş, girişte semiz, temiz kara mı kara bir güzel inek oturmuş gelene geçene bakıyor; sahibinden biraz ot alıp besliyoruz onu. ‘Ne şanslışın inek’ diyorum, kuyruk sallıyor bana.   Bu tapınağın ayini biraz değişik. Shiva’nın sevdiği ağaç meyveleri konuyor küçük sepete,  lotus çiçeği, kasımpatilar, kırmızı güller, ve küçük şişelerde bir sürü sıvı. Merdivenlerden yukarı çıkarken küle bulanmış, saçları bellerine kadar uzun, hiç taranmamış, şöyle bir çar çaput beze sarınmış adamlar ateş yakıp dua ediyorlar. Duvarlar Shiva hikayalerini gösteren resimlerle çevrilmiş.  Onlar bize aldırmıyor, biz de onlara. Bir hırka bir lokma ile yaşamaya alışmışlar, eğer yemek verirsen alıyor, vermezsen kusuruna bakmıyorlar. 
Tapınağa yaklaşırken el ile çalınan davul sesi adım adım yönlendiriyor bizi. Ortada Shiva’nın en soyut hali, dokunulmaktan, tapınılmaktan cilalanmış  kara taş bütün görkemi ile duruyor.  Bal, kül, yağ,  günnük ağacı tozu, inek idrarı ile yıkanıyor, tek davul tok sesi ile yani başımızda. Kenarda  Shiva  hanımı ve oğlu ile oturuyor, çok güzel pırıltılı örtülere sarınmışlar.  Tapınağın mermer işçiliği hem İngiliz egemenlik izlerini taşıyor hem de Roma tarzını. Tanrıların kanatları melek kanatları gibi, kolyelerinde  Kraliçe Victoria’nın resmi var.

Tanrılardan kültür egemenliğine, çocuklardan yemek tarifine kadar herşeyden konuşarak tapınağı bitiriyoruz,  arkadaşımın annesine çay içmeye misafirliğe gidiyoruz.  Herkesin annesi Pazar günü nasılsa onun annesi de   öyle. Bize sütlü, zencefilli Masala çayı ikram ediyor, her anne gibi herşeyi soruyor bana. Kaç çocuğum var, annem kaç yaşında, ne yerim ne içerim, Türk baklavası en güzel şey, mutlaka yemeğe kalmalıyım; arkadaşım bu arada gözlerini döndürüyor artık gitme zamanı.


Eve geldiğimde Nick Pazar televizyonu başında   zaman öldürecek bir şey seyretmeye çalışıyor.  ‘Bunu da seyretmiyceğiz, bunu hiç, bunu asla’ diye Kardashian’ların hayatından  yemek programlarına, abuk subuk Amerikan dizilerine kadar her şeyi reddedip sahile yürümeğe gidiyoruz.  Bu büyük bir hayal kırıklığı tabii ki.  Hava Ağustos ayında İzmir’den daha sıcak, Haliç’in en eski halinden daha kötü kokulu.  Geçen günkü festival artığı heykeller deniz suyu ile erimiş, biraz korkunç hale gelmiş. Kumların arasından küçük bir  el, yüzü parçalanmış tanrıçalar  ayaklarıma takılıyor- çok hoş bir sahil gezintisi değil.

 Ötelerde bir yerde küçük bir İtalyan lokantasında  bir şeyler yiyoruz,  Klimada oturmak dışarı ile ilişkimizi kesiyor,  alışılagelmiş batı müziği ile ordan burdan konuşurken   nerde olduğumuzu unutuveriyoruz.  Akşam oluyor yavaş yavaş, dışarısı hala sıcak, hala bunaltıcı. Eve gitmek lazım birazdan, pazardan ıspanak, salatalık, ve limon alınacak, fırından ekmek, tavukçudan yumurta.  Bütün gün  inekle konuşurken, Shiva’yı yıkarken, çay içerken,  francipani çiçeklerinin kokusunda karşıdan karşıya  geçerken aklımın yüzde sekseni telefonumdaymış meğersem,  kızımdan haber beklermişim, saat kaçta okula varacaklarını hesaplarmışım; sıcak mıcak değilmiş beni  rahatsız eden.  Eve gelip telefon ediyoruz, iyilermiş, varmışlar, yorgunlarmış.  Aklımın yüzde 20 si  ‘şöyle yap, böyle yap’  dedi.  Kendimi tuttum, bir sey demedim.

İşte böyle.   

Saturday, October 20, 2012

Durga Puja



Durga’ ana tanrıça Devi’nin bir  başka formu. Devi erkek tanrının yanı başında, onu tamamlayan, eksiğini gideren kadın taraf. Kadın tanrılar Hindu dininin önemli unsurlarından biri, onlarsız erkek tanrılar işlerini tam yapamaz; erkek tanrıda olsa hanımı olmadan hayatla kendi kendine basa çıkamaz. Ona akıl  verecek, savaşa giderken ‘aman arkanı iyi kolla’ diyecek, mızrağını, kılıcını akşamdan hazırlıyacak bir kadın lazım.   Shiva’nın hanımı Parvati’ de çok başarılıdır bu konuda.  Onu meditasyona çok dalmasın diye uyanık tutar. Devi  bilinç, sağduyu ve doğruyu yanlıştan ayırma tanrıçasıdır, Parvati’nin de avatarıdır.  Durga    Devinin kızgın, ateşli . sinirli  ve asabi hali. Bir sürü kolu ile her elinde tanrılardan alınmış bir yıldırım ( kızdı mı fırlatır haberiniz olsun)   üç uçlu mızrak  , bir evren çarkı, bir su kabı ( kendi kendine yetmeyi gosterir), yanında kükreyen aslanı iblisleri parçalarken,  kötü adamlar ayağının dibinde cansız, kan revan içinde yatarken  sakin, mağrur, yuvarlacık yüzlü , süsü pusu yerinde betimlenir.

Durga Ekim ayının sonunda kötülükle savaşır,  iblis kaç şekle girerek gelir onu rahatsız eder.  Kaç kere ‘bak oğlum  git!' dediyse de onu , insanları, evreni rahat birakmaz. En sonunda iblis korkunç kahkahasınını atarak saldırıya geçtiği zaman çok iyi bilinen şu sözle karşılık verir ‘Sen şimdi gül, ama ben senin yok edince gülme sırası tanrılara gelecek’.

İblis    Mahirashura   ben diyeyim öküz, siz diyin bufallo şeklinde gösteririlir. Çok gerçekçi  kavga sahnesinde Durga’nın arslanı bu bufaloyu parçalarken  her türlü detayla karşınıza çıkar. Arslanın dişler sipsivri hayvanın sırtına geçirmiş, pençeler   iyice kavramış, kan akıyor her çizikten, her ısırıktan; bufallonun kafası kopmuş, dil dışarda bir tarafa atılmış, ama o da ne? kesik boynundan kötülük, iblis yarı beline kadar dışarı çıkmış, Durga da onu mızrağı,  ok ve yayı ile şimdi yakalayıp işini bitirecek, iyilik yine kazanacak.     Nerdeyse Durga’nın zafer kahkahasını duyabileceksiniz . 
Hanımefendi  altın yaldıza boyanmış, gözler sürmeli,  eller ayaklar kınalı,burnunda hızma kulağa kadar pırıltılı zincirle uzatılmış, yüzünde sanki Pazar gezmesine gidiyormuş gibi en sakin gülümseme, iblisin işini  bitiriverecek, evrenin düzeni korunacak, ve her şey yoluna girecek.

Bütün bu kavga gürültü 4 gün boyunca Navrati festivalinde  kutlandı.  Kitty’nin okulunda bile  Cuma akşamı dans gösterisi düzenlendi , kızlar oğlanlar , hele hele anneler en pahalı sarilerini , yuvarlak eteklerini giyerek,  ellerindeki sopalarla dönerek dans ettiler.  Biz yabancılar beceriksizce ayak uydurmaya çalıştık, bizim giydiklerimiz onların ki ile baş ölçüsemedi, kenarda iki el çırparak tempo tuttuk.    Türk düğünlerinde Halay çekerken yabancılar  nasıl  ‘hadi bak sende yap böyle’  nidaları ile çekiştirilir araya alınır,  onlarda hopliya zıplaya  koşmaya çalışır ya   aynen öyleydi.    Küçük çocuklar bile daha güzel sopa dansı yaptılar, Hintli arkadaşlar ‘ beyaz insanlar pek güzel dansedemez zaten’ teorisinin gerçekliğine bir defa daha inandılar.  Biz köşelere saklanıp meyve suyu içtik, yemek atıştırdık. Mumbai Belediyesi çok anlayışlı değil, yüksek sesli müzik çalınmasından hiç hoşlanmaz, saat gece 10.30 da   parti bitti, herkes evine yollandı. Hava o kadar sıcaktı ki  klimalı evlere geri dönme fikri  ortada koşturarak dans etmekten çok iyi geldi. Televizyonda naklen yayınlanan büyük gösterilerdeki elbiselerin ışıltısı , saç süsleri, küçük paralardan yapılmış fesler, ayaklara takılan ziller , benim  süpermarketten alınmış Hint tuniğimin ne kadar  sönük ve sıradan olduğunun altını çizdi.


Bugün büyük ayin günü.  Bizim evin yakınında semt belediyesi ve bağışta bulununan iş sahipleri ile birlikte inşa edilen geçici tapınakta büyük , uzun  1000 kişilik ayin yapılacak, inananlara ücretiz yemek dağıtılacak.  Tapınakta 5 tane insan boyundan büyük  heykel var. En ortada Durga , arslanı,  çirkin iblis   kan revan içinde, en solda Durganın oğlu fil başlı tanrı Ganesh ve faresi ,  onun yanında zenginlik ve bereket tanrısı Lakşmi ve baykuşu , öbür tarafta Durganın kız kardeşi ve kuğusu   en sağda Ganesh’in çok popüler olmayan kardeşi, kaytan bıyıklı biraz ezik  tanrı Kartiki. Bunların karşısında oturularak çalınan  davullar gelen insanlara ayinde eşlik edecek.   Saat 4.00 gibi ayin başlıyacak.    Dün heykelleri görmeğe gittiğimde koruma görevlileri ‘size özel bilet verelim, kalabalığa girmeyin.’ dediler;  VIP değil VVIP  biletim olacakmış.  Bugün eğer beni hatırlarlarsa iyi, hatırlamazsa fotoğraf makinam yanımda, küçük su şişesi  çantamda  kalabalıkta yerimi alacağım,
Devamı akşama…



Monday, October 15, 2012

Ankara, Izmir, Dharavi


Bundan 35 yıl önce  sokak duvarlarına   kırmızı boya  ve küçük fırça  ile gece yarısından sonra soğuk Ankara havasını içine çekerek masum ‘Kahrolsun Faşizim ’ ve  ‘Yaşasın Sosyal Adalet’ yazmaktan içeri giren bir arkadaşın annesini ziyarete gitmiştik. Hava Ankara’nın  kışına göre ilikti. Kar yağmış, erimiş , caddeler temizlenmiş ama belediyenin pek önemsemediği yerler vicik kar çamuru ile kaplı kalmıştı.  Bizim bildiğimiz yerlerden çok uzakta  Bent Deresinin arkasında yasal genelevlerin arkasındaki sokakların en sonuncusunda  derme çatma tek göz odalı bir eve gitmiştik.  Arkadaşımızın tek başına yaşayan annesini görüp halini hatırını sormaktı maksadımız. Dayanışma, birlik olma, destek verme günleriydi.  Ankara’nın saat üç buçukta kararan havası, ucuz soba kömürü  kokularına karışıp kuru soğukla genzinimizi yakarken  daracık  kar, çamur, buzla yürünmesi daha da zor olan, iki insanın ancak omuz omuza dokunarak yürüdüğü, ayakkabımızın balçıkla kaplandığı  sokak bozuntularından geçip yoldaşımızın evini arıyorduk. Akşam karanlığında kapı önüne çıkıp hala kimbilir nerde oynayan oğullarını eve çağıran uzun çoraplı , patikli ,terlikli, hırka ve uzun kahverengi kolsuz yelekli annelerden  ve kapı aralığından dışarı sızan sarı ışıktan başka kimse yoktu ortalıkta. 

Evi bulup içeri girdiğimizde tek oda ,tek ampul, iki tuğla üstüne konmuş yuvarlak elektirik ocağı ve bir çaydanlıkla köşede yuvarlanılmış yatakların kenarına oturmuş alnını beyaz örtüyle iki kere sıkı sarmış anne ve sümüklü küçük çocuklardan başka bir şey  yoktu. Bir de biz vardık.  Anne bize çay ikram etmek için uğraşırken biz çoraplarımızla soğuk yere basmanın verdiği huzursuzla bir kenara ilişmiştik. Elimiz boş gelmiştik salak gibi. Bir kötü Eti bisküvisi bile yoktu yanımızda çocuklara verecek. Annenin de şekeri yoktu çayla ikram edecek. Yine de orda öyle oturup acı, koyu çay içip havadan sudan , hapishaneden konuşmuştuk. O küçücük odada bir sürü  gür bıyıklı , ağır sesli , filitresiz sigara içen yol arkadaşımın arasında bana    

‘sen kimin arkadaşısın ?’ diye sorunca bilememiştim  ne diyeceğimi, ‘hepsinin,’ ‘hiç birinin’ diye gevelemiştim.  Kibar kibar  köşede oturup ‘devrimci bacı’ muhabbetine katılırken  ikinci soru beni kötü yaralamıştı ‘ annen buralarda, bunlarla olduğunu biliyor mu kızım?’ Benim bütün devrim hayallerim, kırmızı bayraklarım,  yaptığım afişler,   sıkılan yumruklarım bir anda  hiçe dönmüş, biraz sonra da kös kös ait olmadığımız bu evden, bu sokaktan, bu mahalleden omuzlarımız düşük  ve yenik ayrılmıştık.

İzmir’de  başka bir tarih öncesi devirde   sıcak bir yaz gecesi Tabakhane’den geçerken,   işlenmiş deri kokusuna tahammül demeyip  arabanın camını   kapatmaya çalışmıştık. İngilizce gezi kitaplarından bulduğumuz  bilgilerle  deri işleme atölyelerinden birine   - çok lazımmış gibi- derilerin nasıl işlendiğini görmeğe gidiyorduk. Bu sefer yanımda uzun boylu, ince, hippi eskisi, sevgili yenisi  insanlarım vardı.   Ara sokaklardan sora sora bulduğumuz atölyede beyaz atletli, terden pırıl pırıl kara yağız delikanlılar, umarsamazlık, yorgunluk ve  bıkkınlıkla kesif sigara dumanı arkasından bakmışlardı bize.  Florosan lambalarının çiğ mavi ışığı altında ‘ merhaba’ diyerek içeri girip bir çaylarını içmiştik. Çok iyi hatırlıyorum, bardaklar ince belli, tabaklar kırmızı kenarlıydı.  Bu sefer kimse kimin arkadaşı olduğumu sormadı, ben çeviri yaparak konuştum,  kıkırdadım, işçiler hiç istiflerini bozmadan, işlerini bırakmadanağızlarından sigara düşürmeden  bizim patronlarıyla muhabbetimizi  dinlediler,  çalışma koşullarına   biraz ilgi ,biraz hayretle bakmamıza hayret  ettiler. Ordan ayrılırken de  içimde Ankara’daki aynı  ezikliği, aynı ait olmama ,  aynı abuk subukluk duygusunu , mahcubiyeti ağır kötü kokulu deri bir sırt çantası gibi omzumda taşımıştım.

Dharavi Asya’nın en büyük gecekondusuymuş.  Mumbai’nin her yerinde öbek öbek mavi muşamba çatılı gecekondu mahallesi olması  bu mahallere girmenizi   gerektirmiyor.  Klimalı arabanın içinden  mahalle girişlerine, içeri doğru uzanan, sonunu göremediğiniz sokaklara, iki ev arasında karanlığa doğru kaybolan insanlara bakarak kırmızı ışığın değişmesini bekliyorsunuz.  Dharavi biz kuzeyde oturanlar için güneydeki   Bombay’e giderken cadde üstünden şöyle bir gördüğümüz muamma bir yer.   Mumbai’nin taşı toprağı altın. Gecekondu turları  bile düzenleniyor. Bir genç hanım kız sabahın 9.00 unda elinde güneş şemsiyesi ile bizi gezdirmek için bekliyor. ‘Milyoner’ filminin çekildiği yerleri, şehre su getiren iki büyük borunun açık alanda nasıl çöp dağının içine gömüldüğünü anlatıyor. Köprüden aşağıya bakıyoruz, Daravi’de her 150 kişiye bir tuvalet düşüyormuş, adamlar ellerinde ibriklerle çalılıklara yöneliyor.  Muson yağmurlarından sonra su birikintileri azmanlaşmış, durgun su kokusu sıcakta   havayı daha da ağırlaştırıyor. Bir sürü mavi kız böceği  5 metrelik çöp yığıntısı üstünde uçuşuyor. Evleri uzaktan gösteriyor rehberimiz, şemsiyesinin altından.  Biz onlara bakıyoruz, onlar bize. Pencerede oturmuş sigara içiyor  bir zamanlar beyaz atleti ile bir aile babası. Kucağında belinde bir tek siyah ip olan sümüklü küçük çocuğu  rahat durmuyor.

Biz geri dönüşüm ve deri  bölümüne gideceğiz.  Aklınıza gelen her türlü plastik şişe, kap kacak, torba , her şey ayrı ayrı istifleniyor.  Biz grup halinde su birikintilerine, çöpe, insan pisliklerine basmadan seke seke yürümeye çalışıyoruz. Hava sıcak mı sıcak, küçük derme çatma tek katlı odalarda su şişeleri, kola  şişeleri , yoğurt kapları, plastik bardaklar  öbek öbek  yerlerini alıyor. Delikanlılar yere çömelmiş, plastikları oraya buraya ayırıyor. Biraz ötede teneke kutular, bir sonra çamaşır makinası bakır telleri, yanında tahta kapıların çivileri çıkarılıyor. O küçücük sokaklardan içeri girip plastik şişelerin nasıl küçük parçalara ayrıldığı, nasıl elyaf haline geldiği ve nasıl oyuncak ayı içine konmaya hazırlandığını izliyoruz.  

Calişanlarin hepsi genç, hepsinin işi başından aşkın, hepsi elyaf tozu, plastik parçası, metal  kırpıntısı soluyorlar. Hepsinin ağzı dolu. Gutka çiğniyorlar. Tütün, parafin, betel tohumu , limon tuzu , daha adını sanını bilmediğim Rs 2 .00 ye satılan uyarıcı bir toz bu. Islanınca kırmızı renge dönüşüyor ve çiğneme tütün gibi ağızda sulanma yapıyor. Evlerin, duvarların kenarı, sokaklar, caddeler kırmızı uzun tükürük lekeleri ile boyanmış. Göz göze geliyorsunuz adamlarla , ağızlarını büzüp sicim gibi bir kırmızılık tükürülüyor.   Biz altı hanımız,  etrafımızda kırmızı    tükürükler  uçuşuyor, biraz tedirgin, biraz korkak fotoğraf çekiyoruz bu  50. doğum yılını  bile göremiyecek olan adam gurubuna bakarak.

Kapılardan içeri bakıyoruz, çalışıyorlar, dar aralıklarda  fıçıları, günde iki kere verilen suyu depolamaya yarıyor,  durgun suların üstünde küçük sinekler de paylarını alıyor.   Çok yakından büyük davul sesleri geliyor, orta okul bandosu  yakındaki festival için prova yapıyor, çocuklar salkım salkım bize sesleniyor camlardan.  Kızlar küpelerimize, bileziklerimize bakıyor, biz ‘Namaste’ diyerek dolaşıyoruz odaları , yıllar önce benzer mekanda ki ‘merhaba’ nin  aykırılığı sürüyor.   Aşağı kat atölye, yukarı kat yatak odası. ‘20 kişi nöbetleşe yatar burda’ diyor rehber, biz halden anlarmış gibi  kafa sallıyoruz, hayır yukarıya çıkmamıza izin yok.

Bazı sokaklarda   pamuk tozuna bulanmış adamlar dolaşıyor, yan tarafta elinde araba boya spreyi ile deri ceket boyayan  delikanlı yarı beline kadar aynı boyaya  bulanmış, gülümsüyor bize. Rehber hala anlatıyor, ‘aileleri köyde  kalır, bunlar tek başlarına gelir kazandıkları parayı içkiye, mobil telefona verir, geri kalanını da ailelerine gönderir’.    Gecekondu görmeye gelmiş hem de oranın buranın, kurutulmuş derilerin, çay ocağının, asılmış çamaşırların  resmini çekmemizi umarsızlıkla  karşılıyor, işi başından aşkın,  yüzünde   gülümsemesi ,bize kimse çay ikram etmiyor . Bir teyze çöp dağının üstünü süpürüyor,  bir bakıyorum, orası onun evinin önü.   Çıplak ayaklı küçük bir oğlan çocuğu ‘resim çekmek yok buralarda’ diyor elinde kendinden büyük ince bir sopa ,  kaşlar çatılmış; biz hanımlar bu  mini zorbadan korkarak geri çekiliyoruz, Daravi’nin dışında bekliyen  şoförlerimizi çağırıp  ait olmadığımız  bu yerden de biraz ezik, biraz mahçup   bir çırpıda ayrılıyoruz. ‘Nasıldı? ‘ diye soruyor  gecekondu turuna çıktığımızi bilen arkadaşlar.  Cevap veremiyorum.



Saturday, October 13, 2012

Ekim sonu Diwali


 Hindistan’a  ne zaman gelirseniz gelin, bir festivalle karşılaşırsınız.  Eğer  Eylül sonu ise tatiliniz   fil başlı  toraman tanrı Ganesh’in  eve dönüş  festivalini görmüş olursunuz. Bütün ırmak kenarları, okyanus sahilleri on gün boyunca ayinler ve suya bırakılan heykellerle doludur, Ekimin ortalarında Ganesh’in annesi ana tanrıça Durga evleri ziyarete gelir,  on kolu ile    rahatça  oturduğu arslanının üstünde   ağırlanıp yine denize, suya bırakılır.   Bu festivalin adı Navrati dır.

Dokuz gün Durganın eve gelmesi , ev halkının hayatına karışması danslarla , müzikler kutlanılır. Okul çocukları, özel dans grupları , uzun çember etekler giyerek ellerindeki çubuklarla 23 Nisan kutlamalarını andıran haraketlerle dans ederler. Giysileri ışıl ışıl küçük aynalar ve pırıltılı taşlarla donanmıştır.  Sallantılı küpeler yetmediği için kulağın arkasına dolanan zincirler, burundan kulağa kadar uzanan hızmalar,  kollarda dirseğe kadar bilezikler  üç sıra hallallarla bir bu tarafa , bir o tarafa  dönerek  dans ederler. Dokuz gun  , gürültülü, yemeli içmeli   bir eylence  en son gün  heykellerin  yine Arap denize bırakılması ile sona erer.   Dans gruplarının gösterileri büyük otellerin salonlarında görülebileceği gibi açık alanlarda, okul bahçelerinde de izlenebilir.   En büyük ayinlarden biri olan ‘Durga Pooja’ Mumbai’nin irili ufaklı bütün tapınaklarında yer alır. İzlemek istiyorsanız Juhu daki Hare Krishna tapınağının  bir Cuma akşamı gece ayini görülmeğe değer. Bütün tapınak yasemin, kasımpati ve güllerle süslenir.  Mermer sütunlar yukarıdan aşağıya çiçek demetleri ile kaplanır.    Sadece tapınak avlusunda yasemin tomurcuklarından 10 metre boyunda avizeyi görmek bile bu kalabalığa girmeğe değer. Tapınaklara ayakkabısız girilir , eğer yalinayak dolaşmak istemesseniz  mutlaka yanınızda çorap taşıyın.

Bu iki büyük kutlamanın ardından Hint külturunun en büyük kutlaması Diwali
‘Işıklar Bayramı’ zamanıdır.  Bu sene Ekim ayının sonuna denk gelen  bu bayram  tanrı Rama , eşi Sita ve Lakshmana ile iblis kıral Ravanayı yenip ülkelerine geri döndüğü zamanı , her zaman olduğu gibi iyinin kötüyü yenmesini , mutlu sonu temsil eder. Tanrıların gece karanlığında yollarını  bulabilmeleri  her yerde küçük ateşler yakılmıştır o hikayede. Bugünde evlerde küçük sevimli kandil kaplarında  en az yirmi tane küçük mumlar yakılır; evler  sokaklar yine süslenir.

Evlerin kapılarının önüne ‘rangoli’ denilen renkli toz boya ile süslü şekiller çizilir.  Eğer isteseniz bir avuç toz boya ile şekil çizmeyi, içini boyamayı deneyebilirsiniz ama işin kolayına kaçmak için yuvarlak şablonlarda kullanabilirsiniz.   Bu şablonlar mahalle pazarlarında yada gezdiğiniz tapınak önlerinde  tanesi Rs 5  ( 50 kuruş) e alınabilir. Kullanılan toz da  unufak edilmiş renkli tebeşir tozu. Tapınak kapılarında , sokaklarda ve ev önlerinde bu detaylı renkahenk  süslemelere basmaya çekinmeyin , her akşam süpürülüp yeni bir desen yapılıyor.  En beğenilen desenler arasında iki çıplak ayak izi var. Bu berket tanrısı Lakshmi’nin ayak izi.  Eve doğru çizilen bu ayak izi lakshmi’nin eve girmesini ve bereket , bolluk getirmesini temsil ediyor.   Aman dikkat eğer sizde kapınızın önüne çizeceksiniz ayakların eve doğru çizilmesine , bereketin eve yönlenmiş olmasına özen gösterin

Diwali hem iyin kötüyü yendiği , hasat zamanının sonunu , hem de  iş dünyasında mali yılın sona erdiği zamandır.    5 gün boyunca her gün farklı ayinler, farklı törenler yapılır. Birinci gün   herkese uzun ömür diliyerek kutsal Tulsi ( fesleyen)bitkisinin  yanında , deniz kenarında ateş yakılarak yapılan ayin görmeye değer. Ölüm tanrısını korkutmak için gürültülü çatpatlar, maytaplar, ses fişekleri atılır. Bütün gece süren kutlamalar  Mumbai’nin sol tarafında boydan boya uzanan sakin Arap Denizinin kumlu sahilinde yapılır tabii ki.  O gece uyumayı pek düşünmeyin. Sokaklar dans eden , küçük  ayin daha sonra da piknik yapan ve bayram sevincinin yaşayan aillerle doludur. En iyisi onlara katılmaktır. Mumbai halkı çok misafir sever. Fotoğraflarının çekilmesinden mutlu olurlar, hemen poz verirler. Hava iliktir sahilde kalabalık içinde dolaşıp  mutlu insanlar, görebileceğiniz en piriltili, en kırmızı, en pembe , en sarı sariler ,  en küçük gülümsemenin kıkırdamaya dönüştüğü, bem beyaz dişlerin ve ışıltılı gözlerin ortaya çıktığı  aileler sizi yanlarına oturmaya davet ederler. Yorulduğunuz zaman sahil kenarındaki otellerde buz gibi Kingfisher birası  yada alkolsüz moktail  yada meşhur bol sütlü, bol şekerli zencefilli masala çayı ile dinlenebilirsiniz.

İkinci gün tanrı Krishna’nın  kötü tanrı Narakasur’u yendiği , dünyayı korkudan ve zulümden kurtardığı gündür. Bugün dinlenme günüolduğu için herkes evindedir. Alış veriş merkezlerinin en sakin olduğu gündür,  küçük semt pazarları da kapalıdır. Bugün  turistler için havuz kenarında dinlenip  çekilen resimleri düzenleme ve  internette gezme günüdür.

Üçüncü gün  Mumbai’nin ışıl ışıl olduğu her  caddenin, sokağın,  evin köşebasının ışıklarlarla süslendiği çalınan müzikların otel odanıza kadar geldiği  bereket tanrısı Laxmi için ayin yapıldığı gündür. En büyük tapınaklara gitmenize gerek yok,  hava kararınca  adım başı   tapınaklarda küçük tepsiler içinde yakılan kandiller,  okunan dualar, çalınan canlar sizi bütün gece meşgul edecektir.

Dördüncü gün   yani tanrı Krishna’nın insanları  bir  kere daha kötülükten kurtarması en yeni giysilerle kutlanır. Komşulara , dedelere misafirliğe gidilir, hediyeler alınır, verilir,  mahallelerde danslı müzikli  gösteriler düzenlenir.  Tapınaklarda ki heykellerin elbiseleri değiştirilir.  Tapınak duvarlarında bu törenin zamanları belirtilir, eğer bu zamanda Hindistan’da iseniz mutlaka görmeniz gereken ayinlerden biridir. Heykeller sütle yıkanır, ışıltılı elbiseleri, takıları, süsleri değiştirilir, inananlar  bu töreni mutluluk ve gururla izlerler,

Beşinci gün  kız kardeşlere ayrılmış bir gün.  Ağabeyler  aileleri ile   kız kardeşlerinin evlerini  ziyarete giderler, kızlar da  onların alınlarına kırmızı toz nokta (tilak) dokundurur. Bütün gün ikramlarla ,  benim bir türlü öğrenemediğim kağıt oyunları ile ,   bol bol kuruyemiş, sütlü çay, envai çeşit yemek ile mutlu bir şekilde geçer.  Akşam yine sokak gezmeleri, küçük panayırlar,  dönme dolaplar,   pamuk şeker, renkli gazozlar  külahlar içinde fıstık, leblebi,  poğaçaya benzeyen bol baharatlı  bir lokmada yenebilcek sokak yemekleri ile geç saatlere kadar sürer Eğer sokaktan yiyecekçeniz, dikkat edin,  kızartma için kullanılan hardal yağı alışkın olmayan midenize dokunabilir.   Daha güvenceli olmak istiyorsanız  büyük otellerin Diwalı menülerinde bütün istediklerinizi yiyebilirsiniz.

Hindistan’ın sakin günü yoktur nerdeyse.  Her zaman mutlaka bir heyecan  vardır. Eğer Ekim sonu sizin için uygun bir zamansa mutlaka Diwali kutlamalarını, bu ışıkları, gürültüyü, pırıl pırıl elbiseleri,  yemekleri  Sonbaharın ılık  havasında  kaçırmayın.



Saturday, October 6, 2012

Hare Krishna tapinagi, avatar, ve irmik helvasi


Krishna çok tanrılı gibi gözüken Hint dininin önemli tanrılarından biri. En büyük tanrı Vishnu’nun   avatarı.  Biz ‘avatar’la şu meşhur üç boyutlu film ile  tanıştık. Avatar’ın kelime anlamı  ‘benliğin farklı şekli’, ‘bir başka hali’.    Çok derin  ve anlaşılmaz gözükse de aslında çok mantıklı. Hiç birimiz aynı değiliz her zaman. Kendi halinizi düşünün. Pazar sabah kahvaltısından sonra elinizde gazetenin hafta sonu eki ile huzur içinde çok güzel demlenmiş bir bardak çayla keyif  çatarken ki haliniz ile, Pazartesi günü sabah servis kaçırmamak için telaş eden ki haliniz aynı mı? Çocuklarınızla sevimli konuşsan haliniz ve onlar iyi not almadığı zamanki haliniz aynı mı? İşte bütün bu haller sizin avatarlarınız. Benim kızgın konuşma biçimime, sesim incelip bir oktav yükelince  ‘süpersonik anne ‘derdi Kitty küçükken.   ‘Supersonik anne’ benim avatarim. Kızgın ‘süpersonik anne’  resmi yapılırsa nasıl olur? Gözler ateş püskürtüyor, kaslar çatılmış,  bir el belde, öbür el işaret parmağını şiddetli bir biçimde sallıyor.   Her   annenin kızgın hali.   Yani annenin avatarı.  Bunun resmi ya da heykeli  çocukların kızgın anne gazabından korunmak için dua edebilecekleri bir  tanrı figürü olabilir mesela. O kızgın anne figürü  değişik şekillerde  resimlenebilir  ( takıları, giysisi, saçı başı) ama özü ‘kızgın anne’dir.

Krishna da  tanrı Vishu’nun koruyucu hali. Çok sevilen bir tanrı.  Onu hemen resimlerde , heykellerde  hatta takvimlerde bile tanırsınız , çünkü mavi renktedir.   Krishna’nın kelime anlamı ‘ siyah , gece mavisi kadar siyah ’ demektir.  Betimlenirken  gece mavisi  çivit mavisine  dönüşür. Çok sevimli bir tanrıdır. Üç beş şekilde çıkar karşımıza , afacan tombul , kocaman gözlü, komşu teyzelerden yağ ve yoğurt çalarken, biraz büyüyüp inek çobanı olduğunda  yakışılı, erkek güzeli, kudretten sürmeli gözlü, 6 kız arkadaşı ile   ırmak kenarında yüzerken, dinlenirken, biraz daha büyüyünce  elinde flütü en yakın kız arkadaşı ,yoldaşı , sevgilisi Parvati ile birbirlerine buğulu buğulu bakarken  resimlenmiştir. Yanlarında hep güzel , temiz, bakımlı inekler vardır,  ormanda  dere kenarında çayırlarda keyifli, derten tasadan uzak bir hayat sürerler, aşktan hayatın anlamından konuşurlar,  Krishna ara sıra canavarlarla savaşır,  köyleri kurtarmak için bilmemkaç başlı kobra kılığındaki iblisleri yener, mucizeler yapar.

1960-70 yıllarında  başlayan bir akımla Batıda oldukça popular olmaya başlar Krishna düşüncesi.     Bu çok para düşkünü, yarını düşünmeden yaşanılan modern dünya da tanrının adını  ‘Hare Krishna, Hare Rama’ tekrarlıyarak meditasyon yapmayı  kendi değerlerini bulma ve özüne dönme yolu olarak görür.     Eskiden  İngiltere’de hava alanlarında  uzun harmanileri , kazınmış saçları ellerinde zilleri ile  ‘Hare!, Hare!’  diye zıplıyarak  dansederlerdi.    Beatles’lardan Georgege Harrison bile Hindistan’a  bu grubun tapınağına  ziyarete gelip feyz almıştı.  İşte  o meşhur tapınak benim evime 5 dakika uzaklıkta.

Kırmızı tuğla ile çevrili duvarların üstüne Sanskrittçe ve İngilzce küçük dualar yazıyor. Beyaz katmerli bulutlara benzeyen üç kubbesi var . Kapıda silahlı koruma görevlileri, çantanızı güvenlik röntgeninden geçiriyor.  Ayakkabılarınızı çıkarıp içeri yollanıyorsunuz. Buranın merhabası ‘Namaste’ yerine ‘Hare Krishna’ diye selamlaşıyorlar.   Zemin, duvarlar, üç beş basamaklı geniş merdiven mermer kaplı. Mermer serinliğinde bir bina içinde buluyorsunuz kendinizi. İçeri girer girmez avluya bitişik salona giriyorsunuz. Kulaklarınızda ‘Hare Krishna, Hare Krishna’ nameleri.  Duvalar boydan boya Krishna’nın maceralarını gösteren resimler, heykel grupları ile kaplanmış,  Bir bölümde  hayatın   ölümsüzlüğünü    ve enkarnasyonu gösteren bir resim, öbür taraflarda Krishna’nın her zaman  iyinin kötüyü yendiği hikayeleri  yarım insan boyunda heykellerle  anlatılmış. 


Mermer salonun bir duvarında yer hizasında üç balkon, balkonlarda heykeller var. Heykel değip geçmeyin, elbiseleri, takıları, baş örtüleri, bilezik, yüzük herşeyleri yerli yerinde. Ortadaki balkonda Krishna ve sevgili eşi Parvati   pırıl pırıl  gözleri ile size bakıyorlar. Krishna mavi, elinde flütü, yanında sevimli uysal ineği. Bu iki sevgilinin yanı başında Parvati’nin  en sevdiği kız arkadaşları var.   Yanakları pembe, yüzlerinde mutluluk  gülümsemeleri, baktığınız zaman içiniz  ışık doluyor.   Krishna ve Parvati uyum,  anlayış,  aşk, hayatın bütünlüğünü   temsil ediyor, neredeyse kalkıp dansedecekler. Eller havada, verev etekler en küçük rüzgarladönmeye hazır.   

Eğer isterseniz  görevlilerden birisi size Hare Krishna’yı beş dakikada anlatıverir.  Ama istemezseniz kimse size ‘niye bakıyorsun sen, Krishna’ya inanıyormusun’, ‘yürü git bre kafir!’  ‘ En büyük din bizimkisi’ gibi bir şeyler demiyor. O balkondaki heykellerden baska  sağ tarafta Ramayana efsanesinden alınma  karakterler, sol taraftakinde de biz  ölümlü insanlardan iki tanesinin, hemen arkamızda  Krishna akımını Batı dünyasına kazandıran   çok uzun isimli adamın heykeli var.  Yuvarlak gözlüklü,  saçı kazınmış, orta yaşlı , harmanli, bağdaş kurmuş  sakin bir adam heykeli. Her yer  turuncu kasımpati, yasemin, gül yaprakları ile süslenmiş.

Beyaz harmani giymiş, alnında burnunun kemiğinden başlıyarak saçına kadar uzanan iki çizgi olan tapınak rahibi insanların getirdiği  hindistan cevizi, muz, çiçek yapraklarını alıyor, tanrıların ayaklarının önüne koyup kutsuyor, sonra   geri veriyor.  Eğer bağış yaparsanız, size özel kutsama ayini hemen oracıkta ayarlanıyor.  Her dinde olduğu gibi bu dinde de bütün kullar eşit ama bazı kullar daha eşit.   Hani çok eskiden Cuma namazında padişahın arkasında dua edenlerin duası   hemen  kabul edilirmiş  ya aynı hesap. Hazır  rahip varken aralardan ellerini  uzatıyorlar, onlarda kutsanmak istiyor. Bazı insanlar boydan boya yere yatıyorlar, bazıları sadece diz çöküp alınlarını yere koyuyorlar. Rahipler, kırmızı toz boya ile  nokta koyuyor alınlara, balkon önünde bir harekettir gidiyor.

Biraz ötede yere serilmiş  kocaman halinin üstünde   üç beş genç oğlan oturmuş,  iki taraflı Hint  dümbeleği, Hint akordiyonu ‘tabla’ , zil ile sadece ve hiç ara vermeden ‘Hare Krishna Hare Krishna Hare Hare’ ayetini  (mantra deniyor) makamını     değiştirerek  okuyorlar.  Dümbeleğin tok vuruşu, tablanın  yüreğinize dokunan sesi ile karışıyor, kafası kazınmış genç oğlanların   davudi sesi , çömelen, yere uzanan, kenarda oturup olanı biteni izleyenlerle,  uzun iplere kasımpati dizen sarılı yaşlı hanımlar,  ordan oraya çok işleri varmış gibi dolaşan beyaz harmanili küçük kavunici çantalı rahipler,  büyük salonlarda kosma heveslisi çocuklar ve buhur kokuları arasında  hayat  akıp gidiyor. Bu tapınağa gelme insanların gündelik  alışkanlıklarından biri. Gelip bir, iki dua edip, tanrılarını görüp, mutlu olup gidiyorlar işlerine.  Ben kenarda oturuyorum. Çok yaşlı ‘aile ağacının’ altında.   Ara sıra kalp şeklinde bir yaprak süzülerek yere düşüyor. Avlunun kenarında mermer muhafaza içinde  kutsal Hint fesleyeni var. Etrafında üç kere dönenler, dua edenler beni umursamıyor bile.

Tam öğlen 12.00 de balkonlar kocaman kırmızı kadife perdeler ile kapanıyor.  Süs çiçekleri değişiyor, tutsülüklerin külleri temizleniyor.  Üç rahip üç balkonun köşesine gidip kocaman deniz kabuğundan borazan öttürüyor . Herkes susmuş, çocuklar bile koşmayı bırakmış. Eller kavuşmuş, bekliyorlar. Hali üstünde aynı mantrayı tekrarlıyan müzisyen genç oğlan grubu tempoyu arttırmış ‘Hare Hare Hare Krishna’ diye üç dümbelege  ses veriyorlar, tabla daha da acıklı sesler çıkarıyor. Deniz kabuğu boğuk sesi ile çok uzak okyanuslardan Krishna’nın gelişini haber veriyor.

Kadife perdeler yavaş yavaş açılıyor. İnananlar heyecan içinde,  eller havada bütün tapınak haykırıyor ‘Hare Krishna!’  Krishna elinde  püsküllü yan flütü,  bir ayağı bükülmüş, dansa hazır, Parvati gözlerini süzmüş Krishna’sina bakıyor, ortalık aydınlık, huzur ,mutluluk , müzik içinde. İnananlar bir kere daha gördükleri için huzur içindeler  ellerini kalplerine dokundurup dudaklarına bastırıyorlar.

Saat 1.00  herkesin dinlenme zamanı.  Öğleden sonra 4.00 de yine deniz kabukları öttürerek perdeler açılıyor, yine herkes çok seviniyor Krishna’nın perdeleri açıldığı için.

Tapınak çok işlevli. İkinci katında büyük bir kütüphane, sinema konferans salonu, , iki sınıflı bir okul bile var. Üçüncü kat burayi kuran beyfendinin (A. C. Bhaktıvedanta Swamı Prabhupada) odası imiş , müze haline getirilmiş,  basit ama rahat yatağı, mutfağı, yemek pişirdiği  yer , bir iki fotoğrafı , müzik çaldığı küçük orgu her gün temizleniyor. En aşağı katta 200 kişilik yemek salonu Rs 300 e vegeteryan açık büfe sunuyor, Hint börekleri, mercimek yemekleri ve yuvarlak ekmekleri çok lezzetli.   Yan tarafta basit ama temiz otelleri de var, isterseniz orda kalabilirsiniz,  ‘iyi insan olma kursları’na da katılabilirsiniz. Çıkışa doğru satış bölümüne doğru yollanıyorsunuz.    Öğretici  kitapların yanı sıra boyama  kitapları,  Krishna çizgi kitapları da var. İsterseniz rahiplerin taşıdığı küçük çantalardan, T shirtler , ya da küçük heykelcikler, dua tesbihleri,  sandal ağacı blokları, tutsüler, güzel alkolsüz kokular, müzik cdleri alabilirsiniz. Eğer bağış yapmak isterseniz, İnekleri Koruma Derneği bağışlarınızı kabul edecektir.  Arıtılmış inek idrarı, tezekten yapılmış sivrisinek kovucu da satın alabileceğiniz şeyler arasında.

İstediğiniz kadar kalabilirsiniz bu tapınakta. Oturun, gelene geçene bakın, çocuklarla gülüşün, karnınız açıkınca gidin bir iki muska böreği atistirin, yukarı katta kütüphanede  bu hayatta  iyi insan olmak için nasıl bir hayat sürmeniz gerektiğine dair videolar izleyin, ‘hayat yemeği’ diye avucunuza birakilan kutsanmis bulamaci   heyecanla ‘ama bu helva, bizim bildiğimiz  irmik helvasi ’ diye yiyin, ayakkabılarınızı giyin,  kaç tane avatarınız olabildiğini,  bu dinin de tek tanrılı olduğunu ama aslında bunların hiç birinin pek de önemli olmadığını, bütün dinlerin birbirine benzediğini , kendi tapınağınızla bu ülkede gördüğünüz tapınakların farkını, benzerliğini düşünerek eve yollanın.